Yeni Yüzler, Yeni Bızdıklar

Geçen Perşembe saat 16:30’da bızdıklarla sihirli mekanımızda buluştuğumuzda, yeni yeni yüzler vardı. Kimisi tam zamanında oradaydı. Kimi biz okurken geldi.

Yeni yüzler, yeni heyecanlar. Onların ilk şaşkınlığını izlemek çok hoşuma gidiyor. İlk günden okuma saatini takip eden sadık okuyucularımız artık programın nasıl ilerleyeceğini biliyorlar. Tek yenilik seçilen kitaplar ve yapılacak aktivite oluyor.

Fakat yeni yüzler için her şey bir sürpriz. Ben de bunun farkında olduğumdan, onları daha da işin içine katmaya çabalıyorum. Arkalarda otursunlar istemiyorum.

Bu hafta aslında tüm çocuklara bir değişiklik planlamıştık. Sihirli Sayfalar’da piyano dersi de veriliyor. Ben taze gelmiş bir sürü kitap arasından bu hafta okuyacaklarımı seçmek için her zamanki masama kurulmuşken, piyano öğretmeni Oya‘da bu projeye katkıda bulunmak istediğini söyledi. Havalara uçtuğumu tahmin edersiniz. Düşünsenize sanat ve edebiyatın ilk adımlarını bu minikler Sihirli Sayfalar’da her hafta atıyorlar, yeni yeni tecrübeler ediniyorlar.

Bir de müzik eklenince işte size yeni bir renk. Nasıl olur, ne yaparsak keyif alırlar diye konuştuktan sonra ben kitaplarımı seçtim. Oya Hanım’da planını yaptı.

Ve ne yaptık dersiniz? Kitaplardan birindeki nakarattan bir şarkı çıkartıp, çocuklara çalındı. Ardından heykel dansı yaptılar. Çok şekerlerdi. Fotoğraflar tam hissi anlatmıyor bu tip görüntülerde. O nedenle filmi izlemenizi öneririm.

Bızdıklar Heykel Dansı from 0kmbizdiklar on Vimeo.

Ardından mekanın iki minik hayvanı (Guinea Pig – Türkçesi ne bilemiyorum) Tarçın ve Biber çocuklar tarafından sevilmek üzere daire içine alındı. Onlar biraz korktular ama bizimkiler onlara hiç zarar vermedi, minik elleriyle sevdiler sadece.


Bu hafta hangi yeni kitaplardan seçmeler yapıp, ne kılığa bürünsem diye düşünüyorum ben.

Size düşen bızdıklarınızı kapıp okuma saatine gelmek, hatta daha da iyisi bızdıklar arkadaşlarını da getirsinler. Hepinizi bekliyoruz 🙂

Hayatın Gerçek Sesi

Haydi bakalım, bu koşuşturmalı hayatınıza kısacık bir es verip, hayatın gerçek sesini duymaya ne dersiniz?

Bence hayatın gerçek sesi heyecanlarımız. Ama tatlı, ama ekşi, ama acı… Tüm heyecanlar hayatımızın renkleri aslında. Yaşananlardan akılda kalan anılara bir bakın, bir düşünün.

Aslında ilk akla gelip de saydıklarınız heyecanlı şeylerdir. Genelde de olumlu heyecanlar aklımıza gelir. Eşimizle yaptığımız romantik bir seyahat, arkadaşlarla yaşanmış keyifli anlar, iş yaşamımızdaki bir başarı, belki belirli bir proje, bebeğimizin ilk gülümsediği an,…

Geçen gün canım dostum Begüm’ün doğumgünü kutlaması için mekan arayışındaydık. Onunla telefonla konuşurken “Seni heyecanlandıran bir yere gidelim” dedim. Çünkü özel bir gün ve gerçek bir kutlamayı hak ediyor. Çünkü arkadaşım için “heyecan” önemli bir kavram.

İşte buradan yola çıkarak, ister çocuğuna bakmayı seçmiş bir anne olun, ister kariyerine odaklanmış bir kişi veya torunlarının keyfini sürmekte olan anneanne/babaanne, dedeler olun, heyecan her yerde. Fakat gerçek anlamda hissedebiliyor muyuz? Hissettiğimizde sonradan tarif edebilecek kadar özümseyebiliyor muyuz? Arada bir koşturmaya ara verip, sıradan gün ve anların dışına çıkıp, hayatımızdaki tatlı heyecanları sıralayabiliyor muyuz?

Ya sabah uyandığımızda? O gün bizi heyecanlandıracak bir şeyler bulabiliyor muyuz?

Çok mu istedim?

Belki de…

Ama neden olmasın? Neye odaklandığımızla ilgili bu bence. Malum benim pembe gözlüklerim var. Bir ara kaybetmiştim ama sonra onları bir şekilde geri getirdim şükür.

Fakat bundan da öte, heyecanlı olabilmek, beni heyecanlandıracak bir şeyler bulmak, sanki hayatımın merkezi. Heyecanlandığımda kalbim pıt pıt atıyor, karnımda kelebekler uçuşuyor, yüzüm sanki daha bir renkleniyor, hareketlerim hızlanıyor, damarlarımdaki kanın çok daha hızlı aktığını hissedebiliyorum. Yaşamaktan mutlu oluyorum.

Peki son zamanlarda beni neler heyecanlandırıyor?

En başta 0 km. bızdıklar beni çok ama çok heyecanlandırıyor. Kendi kurduğum, istediğim gibi geliştirebildiğim, onunla ilgili çeşitli projeler planladığım ve bu projeleri adım adım gerçekleştirdiğim için bu blog beni inanılmaz heyecanlandırıyor.

Bununla bağlantılı olarak, bilgisayarımın başına oturduğumda, uygun ortamı sağladığımda ki bu ortam güzel, dingin bir müzik – genelde caz müziği, beraberinde keyifli bir içecek – genelde kahve ya da şarap, evin keyifli bir köşesi – bahçeye bakan bir nokta gibi detaylar içermekte, yazacak güzel bir konu bulduğum an heyecanımın başlangıç noktasında oluyorum. Sonra bu yazının şekillenmesi, giderek bir hamur gibi yoğurulması ve bazen de çıkış noktamdan çok daha farklı bir mesajla bitişi, bunlar heyecanlı geçişler benim için.

Sonra okuma saatlerimiz beni müthiş heyecanlandırıyor. O hafta başı kitap seçiyor olmaktan, akşamına bu kitapları Maya’ya okuyup, onun yorumlarını almaktan, kızıcığımla en favorileri seçmekten müthiş haz alıyorum.

“Acaba yeterince gönüllü baba çıkar mı?” düşüncesine yenik düşmeyip, bu projeyi de Ayşe’nin güzel mekânında gerçekleştiriyor olmaktan ve her hafta yeni bir babanın “Ben de okumak istiyorum” dediği haberini almaktan duyduğum mutluluk, kalbimin daha da kuvvetli atmasını sağlıyor.

Birilerine yardım ediyor olmak, Bir Dilek Tut’un 29 Nisan “Dünya Dilek Günü” için yapılan çalışmalarına destek verecek olma düşüncesi bile beni heyecanlandırıyor. (Bu konuda sizler de belki yardımcı olmak istersiniz – detaylar haftaya…)

Ya da bir arkadaşımın işi için hep birlikte kafa patlatıp, bir proje üretebiliyor olmak kanımın kaynaması için yetiyor.

Maya’yı her okuldan almak için gittiğimde, o nefis ormanımsı yeşil yolda yürürken hızlanan adımlarım zaten heyecanımın bir göstergesi. Kızımın beni ilk gördüğü anki “umursamaz” olmaya çalışan tavrı ama yine de gözlerinde yakaladığım mutluluk ışıltıları kalp atışlarımın koşuya çıkmasına neden oluyor.

Sevgili eşimle yapılan baş başa bir program, ister bir sinema programı olsun, ister bir seyahat, günler boyu heyecan yaşamamı sağlıyor.

Heyecan her mutlulukla birlikte geliyor aslında. Yeter ki biz onu görebilelim. Onun kalışını biraz daha uzatabilelim…

Peki, sizin heyecanlar ne durumda bu aralar? Bu hafta sonu hayatın gerçek sesine odaklanmaya ne dersiniz?

Koş Koş Koş

Hafta sonumuz oldu bitti hareketli geçer, yani Maya’dan sonra. Zaten hayatımızın bir M.Ö. (bizim durumda bu Maya’dan Önce), bir de M.S. (Maya’dan Sonra) dönemi var.

Maya doğmadan daha sakin geçebiliyordu hafta sonları. Zaten hafta içi deli gibi çalışmış iki tip, hafta sonumuzu spora, arkadaşlarla buluşmaya, evde tembellik etmeye, kısacası ne istersek onu yapmaya ayırabiliyorduk.

Maya ile birlikte hafta sonlarımız müthiş hareketli oldu. O kadarki, yorgun çıkıyoruz bu iki günden.

Şimdi bir de “Babalar Okuyor!” eklendi Pazar günlerine. Sabah arkadaşlarla piknik diye koş koş koş. Oradan eyvah geç kalıyoruz telaşıyla Bebek Sihirli Sayfalar’a gerçek anlamda koş koş koş, bayağı bir hareket oluyor bize…

Neyse tam zamanında vardık çok şükür. Bu seferki izleyici kitlemiz ağırlıklı olarak Robert Yuva bızdıkları. Zira üçüncü hafta şanslı babamız, Robert Yuva’nın bir tanecik müdiresi Filiz Hanım’ın sevgili eşi.

Kitaplarını seçmiş, yüzünde kocaman bir gülümseme, okumaya hazır 🙂


Ben hemen eline bir kitap daha tutuşturuyorum, konusu mesleğini direkt ilgilendiriyor diye: dişlerini fırçalamayı sevmeyen bir maymunu (ay yoksa ayı mıydı…) anlatıyor. Çok şeker bir kitap.

İlk onunla başlıyor Recep Bey okumaya. Ardından diğerleri geliyor. En son dinazorlarla ilgili olan kitapta iyice açılıyor, bir taklitler görmeliydiniz. Harikaydı! İşte size kanıtı…

Babalar Okuyor! from 0kmbizdiklar on Vimeo.

Okumadan sonra minik espresso bardaklarından arı yapacak bızdıklar. Fakat bu sefer gerçekten babalara ihtiyaç var.

Kimi bızdık annesini kapmış gelmiş, kimi hem babasını hem abisini (ağabey diye yazmak nedense hiç içimden gelmez, kusuruma bakmayın).

Abi ve baba kombinasyonunda babanın oğluna “tecrübe kazandırmak” adına kardeşine yardım için görev delege ettiğine şahit olduk! Yani bu babalar her fırsatta çocuklarını eğitiyorlar (!)
Üstelik Kaan (yani abi) o kadar durumu kabullenmiş ki yakın zamanda bızdıklara o da kitap okumak istediğini belirtti. Ben de onu “geleceğin babası” olarak sizlerle tanıştıracağım 🙂

Biz hanımlar kahvelerimizi yudumlarken, sanat masasından da çok uzaklaştık sanmayın sakın. Ama çok keyifli vakit geçirdik, o kesin.

Kızım sayesinde o kadar şeker dostlar edindim ki, Maya’ya bu anlamda da teşekkür borçluyum.

Yalnız şimdi benden yaz için de program bekliyorlarmış. Bızdıklara yüzme yarışları, bol hareket; bizlere keyifli sohbetler, akşama doğru da “happy hour” diyorum, ne dersiniz?

Bu Pazar yine bekleriz efendim 🙂 Yakınlarınızı davet edebilirsiniz. Ne kadar çok katılım, o kadar keyifli geçiyor okuma günleri.

Defne tavşan olursa…

Defne tavşan da oluurr, palyaço da, cadı da, prenses de… Yeterki bızdıklar ben kitap okurken sıkılmasınlar. Şekilden şekile giriyorum ve en başta ben, çok ama çok eğleniyorum. Sanki düz okusam bir şeyler eksik olacakmış gibi geliyor.

Halbuki onlar her şeyi sevinçle karşılıyorlar, her verilenden memnun oluyorlar.

Evet ilk okuma saatimiz başlayalı bir aydan fazla oldu. Geçen hafta Perşembe beşincisini yaptık! Yani 5 koca hafta!!! Zaman hızla akıp gidiyor.

Bu hafta da harika kitaplarımız vardı. Bu sefer minikler kitaplara doyamadılar. Birkaç tane ekstra okuduk istek üzerine.

Okuduğum kitaplar arasında iki tane çok şeker tavşan hikayesi olduğu için aksesuarım tavşan kulaklarıydı. Kulaklarımın olmasını sağlayan Serra’ya buradan tekrar çok teşekkürler ve kocaman bir öpücük!


Okumamızı takiben boyama yaptık bu sefer, kolunda sepeti, sepetinin içerisinde de çeşitli yumurtaları olan bir tavşan boyadı bizimkiler.

Ve harika bir okuma saati daha sonlandı.

Ardından biraz Bebek Parkı, iyice üşüyüp Kırıntı’da hep beraber yemek ve kocaman gülümseme dolu ama bir o kadar da yorgun yüzler evlerinin yolunu tuttu.

Eve giderken gayet rahat bir taksi yakaladık Zeynep’le. Arkaya doluştuk, iki anne, iki dişi bızdık. Elimizde paketlerimiz, çantalar,… Bir mutluyuz, bir mutluyuz: minikler hayatlarından memnun, bir de temiz, geniş bir araç bulmuşuz, daha ne isteriz hayattan…

Derin bir nefes aldım, yine içimden şükrettim, bu güzel anları yaşayabildiğimiz için ve bu mutluluğu, keyifi paylaşabilecek arkadaşlarımız olduğu için.

Bu hafta yine herkesi bekliyoruz, Sihirli Sayfalar’a yeni cici kitaplar geldi. Acaba ne okusak?

Çocuk mu? Neden?

Neden Çocuk Sahibi Oluruz ?

Böyle bir soruya cevap vermek herhalde oldukça zor, en azından benim için… Eskiden çocuklardan uzak duran, onlarla iletişim kuramayan bir insan olarak, benim neden çocuk doğurduğum meçhul aslında ama iyi ki de doğurmuşum. Şimdi pek bir mutluyum.

Fakat henüz bu mutluluk mertebesine erişememiş anne adayları için aslında bu soru son derece kafa kurcalayıcı ve karıştırıcı olabiliyor. Etrafımda bunu kendine ve sonra da dönüp biz çocuklulara soran, bu olguyu kurcalayan arkadaşlarım var. Haksız sayılmazlar. Ben de nedenini niçinini düşünmeden, evliliğimizin 3. yılında “Eh artık eskisi kadar geceleri uzun saatler dışarı çıkmıyoruz, bayağı da bir seyahat ettik, eninde sonunda çocuğumuz olacak, ben de 20’li yaşlarımda değilim, bari yapalım artık” tarzı son derece romantik (!) bir düşünce şekli ile hamile kaldığım için, onları çok iyi anlıyorum. Garipsemiyorum tereddüt edenleri.

Öte yandan onları şöyle bir sarsıp aslında neler kaçırdıklarını da hissettirmek istemiyor değilim. Hani çocuk yerine kedi ya da köpekleri ile ömürlerini geçirmeyi tercih edenler var ya, ne kadar hayvan sevgim sonsuz olsa da (hatta bazen insanlardan daha çok sevdiğim olmuştur – özellikle de köpekleri), bir çocuğun insana kattıkları bambaşka. Bunu da maalesef yaşamadan bir kişinin anlaması çok zor.

Peki, neden doğuruyoruz, eğer neye benzediğini bilmiyorsak?

Birincisi tabii ki sosyal olgular. Bence doğal insan yapısından ve üreme dürtüsünden de öte insanlar için sosyal olgular öncelikli.

Nasıl çocuğumuz arkadaşında olan bir oyuncağın aynısını istiyorsa ve kendisinde olan onlarca oyuncak, bu elinde olmayandan daha kıymetli geliyorsa, bence bizler de etrafımızda çocuk sahibi olanlara özeniyoruz. Ya da en azından onlarda oluyorsa bizde de olması gerekiyormuş gibi düşünüyoruz. Aksi takdirde bir eksiklik oluyor.

Öte yandan yine sosyal durumla ilgili olarak, eğer arkadaş grubumuzun çoğu çocuk çoluğa karıştıysa, konuşulan konular, gidilen mekanlar, seçilen aktiviteler bile değişiyor. Bir süre sonra kendimizi grubun dışında kalmış gibi hissetmemiz çok normal.

Aslında aynısı tersi için de geçerli – bazen de çocuklu olmak grup dışında kalmaya neden oluyor. Benim birkaç kız grubumdan bir tanesi ile, ben bekârken çok zaman geçirirken, ben evlenip, diğer üç kız hâlâ bekârlıklarına devam edince görüşmelerimiz seyrekleşmeye başlamıştı.

Bir kere benim için onlarla oturup erkekleri çekiştirmek ve “erkek milletinin” ne kadar kötü ya da eksik olduklarını konuşmak önemsizdi çünkü çok sevdiğim ve saydığım bir eşim olmuştu.

Onlar için de ben sıkıcı olmuştum bir miktar, çünkü yeni aşk maceralarım yoktu, hayatım belirli bir düzende akıp gidiyordu. Onlar akıllarına estiğinde akşamları buluşabiliyorlardı. Benimse eşim ve bir sorumluluğum vardı. Daha programlı yaşıyordum artık.

Derken bir de Maya olunca tam koptuk. Ben iyice sıkıcı geldim onlara. Eh, ilk sene bebek ve emzirme yaşamımı özetliyordu zaten. Hâlâ aradığını bulamamış, “özgür” olarak takılan bayanlar için benim hiçbir çekici tarafım kalmamıştı.

Benimse arkadaş çevrem farklı yönde gelişmeye başlamıştı. Benim durumumda olan annelerle pek çok paylaşımlarım olmaya başlamıştı. Bebeklerimizi birlikte gezdirmekten, onlar uyurken bir kahve kaçamağı yapmaya kadar artık farklı bir kulvardaydım.
Evet, insanın arkadaşlıkları bazen dönemsel olabiliyor. Ne yapalım bazen öyle olması gerekiyor…

Nerede kalmıştık? Neden çocuk sahibi oluruz?

Bazen yukarıdaki dışta kalma hikayesi insanların çabuk karar alıp hamile kalmalarına neden olabiliyor tabii. Bir laf var ya “If you can’t beat them, join them!”, biraz acımasız ama bence burada kullanılabilir. Gruba katılmak bazen daha kolay olabiliyor.

Bir başka doğurma nedeni, ailelerin çocukluktan bu yana verdiği mesaj. Hayatta en önemli şeyin insanın sağlıklı bebeklere sahip olması ve onlarla bir ailenin kuruluyor olması. Hatta bazı kişileri duyarsınız “İkinci çocuktan sonra aile olduğumuzu hissettim” diye, yani teki bile yetmiyor aile olabilmek için, ikilemek gerekiyor tarzı mesajlar her daim etrafımızda.

Çocukların evcilik tarzı oyunlarında her zaman bir anne, bir baba ve bir çocuk vardır. Çocuksuz evcilik oynayanını ben görmedim. Normal gelen budur çünkü.

Çocuksuz hayatı “seçen” kişiler en azından bizim toplumda oldukça az. O yüzden de aslında müthiş bir eleştri silsilesi içerisinde buluyorlar kendilerini sanırım. İlk defa tanıştığınız evli bir çifte soracağınız sorulardan biri “Çocuğunuz var mı?” dır. Bu doğalıdır çünkü, eninde sonunda herkes çocuk yapar. Yapmayanın fiziksel bir problemi olması beklenir. Bunun bir seçim olması pek sık rastlamadığımız bir durumdur. Rastladığımızda da inanmak istemeyiz aslında. Nedenini anlamaya çalışırız. Hür irade ile bir karar verilmiş ama acaba neden? Maddi durumdan mı? Geçmişte ailede bir sıkıntı mı yaşanmış? Belki de fiziksel yetersizlik var da söylemek istemiyorlar… tarzı soru ve düşünceler birbirini kovalar.

Bir de şu bahsi geçen (benim çok da hissetmediğim) kadınların doğum içgüdüsü, ihtiyacı. Belirli bir yaşa gelince saat alarmı gibi “çocuk zamanı… çocuk zamanı” diye öten bir guguk kuşundan bahsedilir…

Bunların hepsinden farklı olarak, gençlik yıllarından beri çocukları çok seven kişiler vardır. Başkalarının çocuğuyla vakit geçirmekten hoşlanır, büyüklerdense çocuklar daha zevk verir onlara. Bazıları çocuk sahibi olabilmek için evleneceklerini bile söylerler. Bu kişilerin bir, iki değil, daha fazla çocuk yapmayı hak ettiklerini düşünüyorum, bu kadar hayatlarının mutluluk merkezi çocuksa eğer.

Ben burada “Neden çocuk sahibi oluruz?” sorusuna karşı aklıma gelen mantıklı cevaplara yer vermek istedim, bana çok ilginç bir konu geldiği için. Eminim konusunda uzman psikolog ve sosyologların çok daha fazla teorik açıklamaları vardır ama ben biraz daha pratikte ne oluyor da harekete geçiyoruzu merak ettim aslında.

Doğum bence muhteşem bir şey, gerçekten iki insanın aşkından (öyle olduğunu varsayıyorum…) başlayıp, bu aşk sayesinde bir kadının vücudunda bir başka insanın oluşması, büyümesi ve dünyaya gelmesi, bundan sonra da hayatınızın vazgeçilmez bir parçası olması ve o minicik bebeğe duyulan tarifsiz hislerin oluşması inanılmaz, yaşanmadan boyutu tahmin edilemez bir duygu silsilesi.

Benim merakım işin daha da önceki aşamasında, karara giden yolda. Kararı alış nedenlerimiz, içimizden geçenler, aklımızdakiler, düşünceler. Ne dersiniz bu yazıyı bir fikir alışverişi noktasında sonlandırsam, devamını siz getirseniz? Sadece hislerin, düşüncelerin uçuşması için, nokta koymasam bu seferlik? Beyleri işin içine katsam, hani bayanların hormonal durumları falan desek de, beyler neden ve nasıl bu karara varabiliyorlar? Akıntıya mı kapılıyorlar yoksa onlarda da bir guguk kuşu kararın oluşmasını sağlıyor?

Hadi sıra sizde… Nokta koymuyorum

Aslan Babalar!

Valla bu babalar bir harika. Biz anneler pek eminiz kendi annelik vasıflarımızdan ama bence yakında babalar okuma becerimizi elimizden alıp kaçacaklar – biz daha ne olduğunu anlamadan…

İkinci “Babalar okuyor!” aktivitemiz gerçekleşti. Hem de bu seferki baba Tarsus Amerikan mezunlarımızdan Berkmandı. Benden dönem olarak ufak olduğu için ve samimiyetimize istinaden, olayın gelişimini sansürsüz anlatabilirim burada. Bizim okulda abla/abi kardeş ilişkisi pek bir hiyerarşikti – her zaman büyüklerin dediği olurdu!

Efendim, sevgili eşi Yasemin’in de desteği ile, Berkman gönüllü baba aradığımızı duyunca kendini attı ortaya: “Ben okumak istiyorum, ben okumak istiyorum…” taleplerine dayanamayınca “Peki, peki gel de oku” dedik kendisine hevesini alsın diye…

????

Mümkün değil tabii. Berkman sağolsun ben açıkta kalmayayım diye öne attı kendini ama şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, inanılmaz keyif aldığını kendi gözlerimle gördüm.

Bir kere o günün sabahı soluğu Sihirli Sayfalar’da alıp kitaplarını önceden seçmiş. Sonra nasıl okuması gerektiği konusunda güvendiklerine sormuş, bilgi almış. Gerekli efektleri çalışmış. Elinde nefis bir fotoğraf makinası benden önce Sihirli Sayfalar’daydı. Ön çekimleri yaptı, sonra sanat aktivitesinde de sürekli resim çekti.

Bu Pazar kalabalıktık. Eh, Berkman’ı dinlemek üzere eş dost kim varsa gelmiş 🙂 Çocuklar Berkman’ı dinlerken çıt çıkartmadılar, o kadar iyi bir okuyucuydu yani kendisi.

Okumanın ardından, Ayşe’nin planladığı harika sanat çalışmasına yönlendi bızdıklar. Bu sefer bardaklardan balina yaptılar.
Nefis oldu nefis.
Ayşe hafiften babaları da masaya oturtmaya çalışıyor ama onlar daha ziyade arkadan izleyici, fotoğrafçı rolünde olmak ya da tamamiyle özgürce etrafta dolaşmak istiyorlar – arada bir gelip gerekli kontrolleri yaparak tabii 🙂

İleride babalar ve çocuklar yan yana bir çalışma yapacaklar bence. O zaman görüntü hayallerdeki gibi olacak…

Ama ben şu ankinden de çok mutluyum.

Düşünün : bir baba yeşil koltuğa oturmuş, minikler heyecanla onu dinliyor, anneler ellerinde kahveleri kitaplara bakıyor ya da dışarıda sohbet ediyor…

Çok keyifli, çok…

Ben fırsattan istifade gördüğüm babaya yapışıyorum “Ne zaman siz de kitap okuyacaksınız?” diye. Neyseki beni kırmıyorlar da ben de bu hafta ve sonraki için kimlerin okuyacağını biliyorum hiç değilse…

Bu hafta yine Pazar günü saat 13:00’te Bebek Sihirli Sayfalar’dayız, tercihen arabasız geliniz, Bebek inanılmaz kalabalık, arabayı bırakın, kendiniz için yürüyecek yer bulamıyorsunuz…

Bol kitaplı günlere 🙂

Haydi Bızdıklar Okumaya!

Çocuklarının okumaktan keyif almadığını iddia eden anneler bence ÇOK ama ÇOK yanılıyorlar. Ortam keyifli olunca, her yer kitap dolunca, kendi yaşıtları kitapların içinde kaybolunca, eh bir de üç beş kitap okuyan komik bir kadın olunca bence çocukların bu işi sevmemesi için bir sebep yok.

Bazı konularda biz anneler ön yargılı oluyoruz, çocuklarımızı etiketliyoruz gibi geliyor. Fırsat verdiğimizde onlar bizi şaşırtabiliyor aslında. Yeter ki denemelerine imkan tanıyalım.

Neyse, lafı uzatmayacağım, bir okuma saatimiz daha gerçekleşti. Bu sefer az kişi falan diye düşünürken, hepsi sözleşmiş gibi aynı saatte gelmesin mi? Ayyy ne sevindim bilemezsiniz. Hayır bir şey değil, bir kişi de olsa aynı keyifle okurum da, takipçiler arttıkça kitap dünyasını keşfeden, keyif alan çoğalıyor diye seviniyorum ben. Mesele burada…

Bu seferki kitaplarımızdan biri cadılıydı : Süpürgede  Yer Var mı?

Kostüm yaratıcım Maya Müminoğlu ile birlikte bir cadı şapkası tasarladık bana. Okurken kafama taktım, en çok da ben eğlendim 🙂

Okuma sonrası çocuklar kendi cadılarını yarattılar çeşitli malzemelerden.

Haftaya tekrar buluşmak üzere sözleştik. Önce biraz Bebek Parkı’nda oyun, ardından yemek. Okuma saatlerimiz havalar da güzelleştikçe, ardından yapılabileceklerle daha da zenginleşiyor sanki…

Perşembe yine kafama komik bir şeyler takacağım, beklerim efendim 🙂

Pembe Gözlükler Kararırsa

Annem hayatta olumlu bir bakış açısıyla ilerleyen, bu şekilde de pek çok zorluğun üstesinden başkalarına göre daha başarılı gelebilen bir kişidir. Bir “Pollyanna” , bir de annem herhalde en zor anlardan olumlu düşüncelerle çıkabilirler.  

Pollyanna’yı bilemem, fakat gerçek hayatta bu mücadeleden arızasız çıkmak pek bir zor. Dışı seni, içi beni yakar derler. O içinde yaşadığı fırtınaları bizlere yansıtmamak adına göstermiş olduğu çabanın sonunda mide kanaması bile geçirmişti zamanında annecik.  

Dolayısıyla yaptığının herkes için faydalı olduğuna inansam da, kendisi  için ne kadar doğru, içimde kararsızlık yaşadığım bir konu. “Bırak kadıncağazı rahat, nasıl istiyorsa öyle yapsın. Sana ne oluyor?” dediğinizi duyar gibiyim.

Ama ucu bana da dokunuyor… Neden mi? Çünkü pek çok açıdan anneme benzemeye başladığımı görüyorum. “Eyvah! Anneme benzemeye başladım…” başlıklı  yazımda da bahsetmiştim birazcık.

Oldu bitti olan sorunları içimde çiğneyip hazmetmeye çalışırım. Olmadı yazıya dökerim, her şey daha net olur, bazen bu netlik o ana kadar aklıma gelmemiş bir çözümü beraberinde getirir. Hiç mi olmadı? O zaman işte yakınlarımla dertleşme noktasına gelirim.

Genelde de gözümdeki “pembe gözlüklerden” dolayı, zaten hayatın güzelliklerini algılamaya daha meyilli olduğum için, özellikle de dışarıdan bakanlar için “gayet mutlu ve keyifli” bir görüntü sergilediğim doğru.

Ancak son zamanlarda “büyümeye başladığım” için olsa gerek, pek çok konu benim olumlu halimi zorlar, test eder oldu.

Öncelikle kızıcığım ile birlikte herşey, kendim dahil, ikinci plana düştü. Onun sağlıklı, keyifli olduğu zamanlar ben de huzurlu ve mutluyum. Ne zaman ki hasta, pembe gözlükler kararıyor. Son zamanlarda bunu yaşıyorum. Evet, bu sene tam gün yuva falan durumu ve maalesef her yer mikrop kaynıyor ve maalesef pek çok veli çocuklarını hasta hasta etrafta gezdirdiği için bizim zavallılar da hapı yutuyor ama bu kadar mı çok doktora gidilir…

Şimdi bir de kulak meselemiz var sakız gibi uzayan. İş bir ihtimal ameliyat noktasına gelince, gözlüklerim öyle bir karardı ki, etrafı göremez oldum. Minicik bir çocuğa total anestezi verilmesi fikri bile tüylerimi diken diken ediyor, gözlerimin dolmasına neden oluyor. “Koca kadınsın sen artık, öyle gözlerin falan dolamaz, bak anneni örnek al. Bir de benziyorum falan diyorsun. Nah benziyorsun. Kadıncağız her daim dimdik, sense hemen sulu sulu oluyorsun…” diye kendime kızıyorum önce endişe katsayım arttığı için. Sonra da hemen “Canım ölüm yok ya sonunda. Ben şu işi bir araştırayım” diye kolları sıvıyorum.

Ya da ailede olan diğer olaylar,  arkadaşlarımın zaman zaman yaşadığı zorluklar hepsi bir yaştan sonra sanki yaş oranında artıyor. Ne kadar büyükseniz, problemlerin boyutu da o kadar büyük, içeriği o kadar ciddi olabiliyor. Bu noktada nasıl Pollyanna olunabilir diye düşünüyorum ben de…

Tabii ki beterin beteri vardır ve tabii ki tek çözümsüz olan ölümdür (bunları annem biz küçükken kendimizi çok mutsuz veya çaresiz hissettiğimiz anlarda tekarlardı – o zamanlar minik kızlarının sorunları da boyutları kadar oluyordu herhalde…) ama ben galiba o kadar da anneme benzememişim henüz.

Neden mi?

Birincisi onun gibi Pollyanna olamadım, üstelik bazı zamanlarda Pollyanna’yı gayet saçma bir insan olarak algıladığım da olmuştur… Bu kadar mutsuzluktan da mutluluk yaratılır mıymış kardeşim diye…

Sonra  gerek ailesi, gerek arkadaşları hep anneme dertlerini anlatırken, pek azına annem kendi içindekileri dökmüştür diye düşünüyorum. Annem için büyük resim daha önemli oldu sanki. Detaylara boğmadı kendini, boğulmaya izin vermedi.  Olmuş bitmiş hakkında değil, gelecek hakkında konuşulur bizim evde. Örnek almam lazım benim de ama insan bazen zorlanıyor tabii.  

Hayat her zaman, herkes için inişler ve çıkışlarla dolu. Önemli olan inişleri nasıl idare ettiğimiz. Gözlerimizi kapatıp duvara çarpıyor muyuz? Yoksa akıllıca manevralarla yukarı çıkışa geçebiliyor muyuz? İkincisini yapabilen hayatta başarılı oluyor bence.

İşte ben de bunu yapmaya çalışıyor ve Maya’nın da böyle bir anne örneğini gözlemlemesini istiyorum. İleride onun da kuvvetli olabilmesi için. Arada yaşanan zor anları az dozlarda vermek de lazım miniklere herhalde ki “biz büyüklerin” bile hayatta zorlanabileceklerini, ancak akıllarını kullanarak bu zorlukların üstesinden gelebileceklerini görsünler, hissetsinler. Çünkü kuvvetli olmak sert olmayı değil, zorlukların üstesinden karakterini koruyarak gelebilmeyi gerektiriyor.  

Şu ara biraz zorlansam da, kızıcığıma çaktırmıyor, pembe gözlüklerimi hevesle bekliyorum…

Pembe gözlük aranıyor, bulan haber versin 🙂

Nedir Bu Aciliyet?

Günler akıp gidiyor…

İşte sonbahar, işte ilkbahar…

Bir telaş, bir koşuşturma…

Bugün çok sevdiğim bir arkadaşımla telefonda konuşurken ikimizin de aynı konuda dertli olduğunu farkettik. Koşuşturma içindeyiz ama ne yapıyorsun diye sorduğumuzda birbirimize, ikimizden de çok da elle tutulur birşey çıkmıyor.

Müthiş şirket işleri yapmıyoruz ikimizde. Eh, dünyayı da kurtarmıyoruz…

Yani aslında baktığınızda sade yaşamlar, fakat öte yandan dolu dolu yaşanan günler.

Sonra kendi kendime “Neden şaşırıyorsun ki?” dedim. Sevgili eşim, birlikte en çok vakit geçirebildiğimiz haftasonlarımızda, benim yaptığım planlar ve o bir türlü rahatlayamama halimden zaman zaman daralıp, kibarca bana “lütfen rahatla da ben de bir nefes alayım” cümlesi yerine bir şiirden alıntı yapar çoğu zaman… Pek şairane değil mi?

When you run so fast to get somewhere
You miss half the fun of getting there.

Life is not a race.
Do take it slower
Hear the music
Before the song is over.

Tercüme etmek istesem şiirin akışını bozacağım ama özetle belirtilen:

Bir yere yetişmek için koştuğumuzda
Oraya ulaşım sürecindeki eğlenceyi, keyfi kaçırdığımız

Yaşamın bir yarış olmadığı
Adımların daha yavaş atılması gerektiği
Böylelikle şarkı son bulmadan müziği duyabileceğimiz

Ben hep böyleydim. Sadece şimdi değil, sadece çocuktan sonra değil.

Her zaman bir yerlere koşturma içindeyim, aklımda kırk tane de başka yapmam gereken “iş” var. Bunların aslında çoğu keyifli şeyler fakat ben o kadar her şeyi eksiksiz ve hızlı (ya da kendi koyduğum süre içerisinde) yapma derdindeyim ki, onları “yapılacaklar listeme” ekleyerek birer “iş” kategorisine sokmuş oluyorum.

Şu an bu satırları yazarken bile aramam gereken birkaç kişi ve yapılması gereken bir iki iş aklımdan geçiyor.

Ve bu düşünce silsilesi hiç durmuyor, nefes almıyor, beni rahat bırakmıyor. Bir yandan iyi herhalde insanın yapacak işinin olması. Öte yandan müthiş bir yorgunluk günün sonunda hem kafaca, hem bedenen.

Bir de içimi kemiren, bazen Maya’nın vaktinden de çalıyor bu anlamsız meşguliyet. Yani fiziken yanında olsam da aklım başka bir şeylere takılmış olabiliyor. Ona belli etmesem de aslında ilgim orada değil. Sonra bundan da rahatsız olup silkinmeye çalışıyorum.

En keyifli anlarımdan biri, yaptığım bilmem kaçıncı yapılacaklar listemdeki işlerin her birinin yanına yapıldı işaretini koyduğum an. İşte derin bir nefes ve kocaman bir gülümseme. Bir kahveyi hakettim.

Belki de bir uzmana görünmem lazım beni biraz yavaşlatması için. Ama ben sizlerle paylaşıyorum ya, daha iyi. Yazı her derde deva.

Bir de her yere zamanında yetişme derdim var benim. İçimi kemirir geç kalırsam. İnanılmaz mutsuz oluyorum. Ama burada bütün suçlu bizimkiler. Benim suçum yok. Küçücüklükten böyle gördük, böyle yaptırıldık. Nasıl mı? Çok basit bir örnek size:

Her yaz başı annemler, ben, Nilgün, kuşlarımız, varsa kedimiz falan, Mersin’den arabaya doluşur, İstanbul’a 12-13 saatte giderdik. Anneannem ve dedem kollarını açmış, o kocaman bahçeli evde bizleri beklerlerdi. Tarabya bayırından aşağı inerken, karşımda denizi ve Tarabya Oteli’ni gördüğüm anki heyecanımı size anlatamam. Anneanne-dede evinde geçirilecek yaz tatili en hevesle beklediğimiz dönemdi.

Neyse işte o yolculuğa çıkmadan bir gece önce hummalı bir çalışma olurdu evde. Gayet sistemli bir şekilde sandviçler hazırlanır, sular termoslara konulur falan… Müthiş bir organizasyon ve herkes yardım edecek. Çünkü Mersin – İstanbul hattını 12-13 saatte yapabilmenin yolu az durak. İhtiyaç molaları hariç pek mola verilmeyecek.

Birkaç gün öncesinden babam yolculuk sabahı kalkış saatini bildirirdi. Yola hep çok erken çıkardık, saat 06:00 civarında biz yola çıkmış olurduk. Babam yatmadan bizlere döner “Tekerler saat 06:00’da dönecek, ona göre kendinizi hazırlayın.” derdi.

Gerçekten de biz 05:00 gibi kalkar, hazırlanır, eşyaların arabaya istiflenmesine yardım eder, çişimizi yapar ve asker gibi arabanın yanına dizilirdik, 05:55’te.
06:00’da arabamız yolda olurdu. Kimsenin geç kalma seçeneği yoktu. Ciddi bir bakış yeterliydi bizim için.

Hâlâ babamla bir yerlere gidecek olanlar “araba tekerlerinin kaçta döneceğini” bilir, ona göre kendilerini programlarlar…

Diyorum ya, herşey çocukluğa dayanıyor… Tevekkeli psikologlar şuraya uzanın deyip insanların çocukluğunu deşerler filmlerde… Gerçekte öyle mi bilmiyorum… 

Şimdi bakıyorum da, ben de Maya’yı hızlandırmaya çalışıyorum sürekli, geç kalmayalım diye.

Aman yuvaya geç kalmayalım…

Aman arkadaşına geç kalmayalım…

Müzikale zamanında yetişmek şart, öyle geç içeri girilmez…

Doktora asla geç gidilmez…

Bahsettiğim şeyler 10-15 dakikalık gecikmeler. Bunlar aslında 3-4 yaşında bir çocukla olabilecek bir süre. Yine de beni rahatsız ediyor. Karşımdakine saygısızlık gibi geliyor. Söz konusu minicik bir çocuk da olsa…

Oysa bakıyorum da pek çok kişi, her yere geç gelir oldu. Okul tanıtımının sonuna gelen veli adayları var mesela. Başı sonu belli olan bir organizasyonun sonuna yetişmenin anlamını bilemiyorum.

Ya da arkadaşlar toplanırız, hep en son gelen bir arkadaşımız vardır. Bizim lise gurubumuzda bilirdik mesela kimin en son geleceğini. Kasmazlar kendilerini benim gibi. Rahattırlar… Herkes de bir süre söylendikten sonra onları öyle kabul eder: işte size huzur anı.

Keşke ben de biraz rahatlayabilsem. Mümkün değil. Benim de geciktiğim zamanlar tabii ki oluyor ama karşınızda gördüğünüz alı al moru mor olmuş, suçluluk hissiyle kıvranan bir Defne.
 
Bazen de bir güne sığdırmaya çalıştıklarım mantık sınırlarını zorluyor. Mersin’de yaşasam belki olur ama İstanbul’da bir yerden başka yere gitmek bir mesele iken, benim de biraz daha esnek olmayı öğrenmem lazım sanırım.

Zavallı Mengücüm bana bu şiiri daha uzun seneler söyleyecek sanırım. O zaman bari sizinle tamamını paylaşayım da, siz de belki uygun gördüğünüz bölümlerden alıntı yapıp, ilgili kişilere iletirsiniz :

Have you ever watched kids
On a merry-go-round?
Or listened to the rain
Slapping on the ground?
Ever followed a butterfly’s erratic flight?
Or gazed at the sun into the fading night?
You better slow down.
Don’t dance so fast.
Time is short.
The music won’t last.

Do you run through each day
On the fly?
When you ask “How are you?”
Do you hear the reply?
When the day is done
Do you lie in your bed
With the next hundred chores
Running through your head?
You’d better slow down
Don’t dance so fast.
Time is short.
The music won’t last.

Ever told your child,
We’ll do it tomorrow?
And in your haste,
Not see his sorrow?
Ever lost touch,
Let a good friendship die
Cause you never had time
To call and say “Hi”?
You’d better slow down.
Don’t dance so fast.
Time is short.
The music won’t last.

When you run so fast to get somewhere
You miss half the fun of getting there.
When you worry and hurry through your day,
It is like an unopened gift….
Thrown away.
Life is not a race.
Do take it slower
Hear the music
Before the song is over
.

Bir Baba Okudu!

“Babalar okuyor!” diye yola çıktık, ilk babalı okumamızı gerçekleştirdik.

Hamileliğinin son haftalarında olan Tuğba’yı aralıklarla yokladım “Tuğbacım daha doğurmuyorsun değil mi?” Yani demek istiyorum ki eşi okumamızı yapacak olan ilk baba ya, aman sakın doğurma da okumamızı yapalım 🙂

Çok mu bencilce? Belki birazcık ama iyi niyetle. Bir kere Tuğba’nın erken doğum yapması zaten kimsenin hayrına değil. Sonra Borkan Bey kendiliğinden gönüllü olmuş. Şimdi gelemezse başkasını ikna etmem gerekecek falan, zor iş yani…

Neyse çok şükür sağ salim geldiler 🙂

Borkan Bey’e kitap alternatiflerini gösterdik. Kendi içinden geldiği şekilde seçti. Minikler sıralandılar hemen karşısına. O da oturdu okuma koltuğuna.

Önce biraz üzerinde konuşulabilecek bir kitap seçti. Fakat bızdıkların çenesi düştü. Sor sorma konuşuyorlar. Hem de hepsi! Onun üzerine okuyucu babamız, strateji değişikliği yaparak masallara geçti.

Bu sefer göremiyoruz falan diyerek etrafını sardılar. İnanılmaz şeker bir görüntü çıktı ortaya.

Mest oldum mest. İşte budur! Babalar da gayet güzel kitap okur!

Kıpırdanmalar başlayınca doğru aktivite masasına. Ayşe onlara Starbucks espresso bardaklarından uğurböcekleri yaptırttı. Babaları da davet etti masaya ama onlar geri planda kalmayı tercih ettiler nedense…


Aslında burada amaç, babaların ve bızdıkların masaları doldurması ve aktiviteyi hep beraber yapmaları. Böylece baba-çocuk paylaşılmış bir an yaşanmış olacak. Arkadaşlarına gururla anlatacakları bir hikayeleri daha olacak. Belki bu Pazar bunu başarabiliriz. Biz anneler de Ayşe’nin güzel kahvesinden yudumlarız. Hava iyiyse dışarıda, değilse içeride sohbet ederiz. Ya da hiç gelmeyiz, bırakırız baş başa olmanın tadını çıkartsınlar. Değil mi ama?

Borkan Bey madalyayı kaptı. Belki kendisi de bu tecrübesini sizlere
0 km.bızdıklar aracılığı ile aktarmak ister. Ben ondan gelenleri sizlerle burada paylaşacağıma söz veriyorum 🙂

Bir arkadaşım baba-çocuk okuma saatine ve aktivitesine çok güzel bir bakış açısıyla yaklaştı. Kendi kelimeleri ile, şöyle yazmış: “Eminim çocukların hayatında anneler kadar etkili olamadıklarını düşünen babalar vardır, onlar için de kendilerini iyi hissetme şansı vermiş oluyorsun.”

İster çocuklarına bol bol vakit ayıran, ister ayıramayan babalar olsun, her türlü, hem kendi çocuğuna, hem de başka bızdıklara kitap okumak, onların heyecanlı bakışlarını yakalamak unutulmaz bir his.

Buna bir de keyifli bir sanat şaheseri(!) yaratma imkanı da eklenince bence herkesin mutlu olması kaçınılmaz.

Bu Pazar saat 13:00’te Sihirli Sayfalar’dayız efendim, bekleriz 🙂

Aaaa peki kim okuyacak, kimler katılacak? Hadi bana haber verin ki planlamamızı yapalım (Sevgili eşim, bu satırları okurken gülüyordur mutlaka – ben ve planlarım, vazgeçilmez ikili…)

Şaka değil, gerçekten, haber verin, bekliyorum… :))