Bu Kadar Okul Hayatı Yeter!

Ağlamaklı bir ses, hafif aşağı doğru sarkmış bir alt dudak ve dolu dolu kocaman gözler: “Sıkılıyorum, senin gitmeni istemiyorum.”

İçi içini kemiren fakat miniğine çaktırmamaya çalışan bir yüz ifadesi ve sakin bir ses tonu: “Neden sıkılıyorsun tatlım?”

Ses gittikçe daha yükselmeye başlar ve bir göz damlası süzülür: “Sıkılıyorum, okula gitmek istemiyorum.”

İçten gelen bir iç çekme (sessizce, asla konuyla ilgili sıkıntı duyduğunu belli etmeyeceksin) ile: “Ama okulunu çok seviyorsun sen. Arkadaşlarından okul çıkışı bir türlü ayrılamıyorsun. Hem nefis bir bahçeniz, sincaplarınız, kuş yuvalarınız var. Ne oldu şimdi birden bire?”

Sniff, sniff, buaahhhhhhhhhhhhhh…

Şu son haftanın özeti bu şekilde.

Gerçekten ne oldu bilmiyorum. Fakat tam bir haftadır bu tarz bir konuşma gerçekleşiyor; ya okul kapısında, ya evde, ya evden çıkmak üzereyken ya da yatakta.

Önce biraz nezle gibiydi Maya. Dedim ki herhalde biraz kırıklığı var, evde dinlensin. Dinlenmek iyi geldi gerçekten. Hemen burun akıntısı geçti. Ertesi gün de çok yorgun olduğunu belirtti miniğim. Tamam dedim cici bir anne olarak ama akabinde uyarımı yaptım. “Eğer yarın da kendini iyi hissetmezsen doktoruna bir görünelim, belki de hasta oluyorsundur.”

Gözler fal taşı gibi açıldı… Kafa hemen sallandı, bukle bukle saçlar karıştı.

“Yok yarına iyi olurum zaten.”

Derken diğer sorular gelmeye başladı.

“Ya sıkılırsam?”

“Beni ara canım, hemen gelir alırım seni.”

“Ya çok sılırsam?”

“Yine ara beni, gelirim hemen.”

“Ya az sıkılırsam?”

“Az sıkılırsan belki başka bir oyun eğlenceli gelir. Öğretmenine söylersin, yardımcı olur sana.”

“HAYIR!!!”

Hay aksi, nasıl oldu bu böyle? Benim sorunsuz okuluna giden kızıcım, üç ay içinde sıkılmaya ve okul hayatını bitirmeye mi karar verdi?

Sevgili eşimin, ben tahmin etmiştim edasıyla, yüzünde hafif bir gülümseme…

N’oldu şimdi? Nedir bu ben kazandım, bak ben haklıymışım edası?

Gözlerimden şimşekler çıkarak ona bakıyorum… “Nasıl yani?” deyince açıklama ihtiyacı duyuyor sessiz konuşmasını: “Ben de hiç sevmedim okul hayatını, bence de sıkıcı. Üstelik daha o kadar uzun bir okul hayatı var ki…” demez mi?!!

Gel de bunalıma girme. Halbuki yuva çok eğlenceli. Bir sürü oyunlar, resim, müzik, sevdiği arkadaşlar, bahçe saati, koşturma, vs. vs.

Evet anlayabiliyorum tabii, her sabah aynı saatte kalk, hazırlan, okula git, yemek ye, biraz uyu, tekrar oyna ve eve dön. Ertesi sabah aynı düzeni tekrarla. Belki de sıkıcı ama evde oturmak bence daha sıkıcı.

Birkaç arkadaşıma soruyorum. Kimisi bunu hiç yaşamamış. Yorum yapamıyor. Kimisi okulda minicik de olsa birşey canını sıkmıştır, şu an tam ifade edemiyordur. Seneye beklemediğin bir an çıkar diyor.

Benim pozitif kuşum annem, dönemseldir geçer diye bana güç vermeye çalışıyor. Bu dönemler hiç bitmiyor ki… Hayatımız çok renkli. Her an yeni bir döneme giriyoruz, tam bu bitti derken ufak bir es ve tekrar yeni döneme merhaba!

Öğretmeni yumuşak bir yaklaşımla Maya’ya okulda istemediği hiçbir şeyi yaptırmayacaklarını söylüyor. Bana da sabırlı olmamı, bazen çocukların böyle dönemleri olduğunu, bunun hem kıştan hem de süreklilikten kaynaklanan bir sıkılma olabileceğini, aynı zamanda neyi ne kadar yaptırabilirimi denemek isteyebileceğini söylüyor. Yani olasılıklar çok geniş.

Fakat bugün Maya okulun ne kadar esnek olduğunu test etmeye karar vermiş görünüyor. Zira gün ortasında aradığımda, öğlen sadece yoğurt yediğini, öğle uykusunu reddettiğini, alternatif olarak sunulan oyunları da istemediğini belirttiğini öğreniyorum. Aradığım esnada Maya bir sandalyeye oturmuş, gözlerinden uyku akmasına rağmen uyumamakta direniyordu. Bakalım günün devamı nasıl geçecek.

Belki de gerçekten hepimiz sınavdayız da haberimiz yok. Hazırlıksız yakalandık. Okul anılarım canlandı: Herkes kağıt kalem çıkartsın. POP QUIZ!

Gelişmelerden sizi haberdar edeceğim. Bu arada böyle birşey yaşamış olanlar şu zavallı anneye acıyıp beni aydınlatsınlar çok rica edicem. Yalnız uyarıyorum: şu an sadece ve sadece mutlu sonlara açığım 🙂

SI-KI-LI-YORUMMMMMMMMMMMM! Bilmem anlatabildim mi?

Cinsellik Ve Çocuklar

Her gün bızdıklarımız büyüyor ve bizlere sordukları sorular, öğrenmek istedikleri konular değişiyor, biraz daha komplike olabiliyor.

Bizler ise cevabı ne dozda ve ne şekilde vereceğimiz konusunda tereddüt yaşıyoruz.

Bu konuların başında cinsellik geliyor.

Benim çok sevdiğim dostum Begüm Erdemli Karamahmutoğlu, Sabah Gazetesi’nde Hıncal Uluç’un köşesinde aralıklarla kitap tanıtımı yapıyor. Begüm sürekli ilginç kitaplar okuyor ve içlerinden seçtiklerini bu köşede okuyucularla paylaşıyor.

İşte bunlardan bir tanesi tam bize göre diye düşündüğüm için olduğu gibi burada yer vermek istedim. Sizleri Begüm’ün yazısı ile başbaşa bırakıyorum canlar.

Cinsellik dersinden sınıfta kalan anne babalar..

Kitap Begüm E.K.

Dört yaşındaki Murat annesine “Seninle evlenelim anne” dedi. Annesi gülerek, “Peki babanı ne yapacağız?” diye sordu. Murat büyük bir ciddiyetle, “Biz düğüne giderken onu komşuya bırakırız. Dönünce de alırız” diye cevapladı.

Murat sizin oğlunuz olsaydı, ona ne cevap verirdiniz? Ya da cevabınızın yeterli ve doğru olup olmadığı konusu kafanızı kurcalar mıydı?

Bu alıntı, Prof. Dr. Bengi Semerci’nin ‘Çocuklarımızla Cinsellik Hakkında Nasıl Konuşalım?’ (Alfa Yayınları) kitabından.. ‘Bebeklikten Gençliğe Cinsellik’ alt başlığı ile yayınlanan kitapta, yukarıdaki konuşmaya benzer pek çok diyaloga yer verilmiş, potansiyel sorulara cevaplar sunulmuş.

Anne ve babaların tıkandığı önemli konulardan biri ‘çocukları ile cinselliği konuşmak’..
Çocukların ‘Ben nasıl dünyaya geldim’le başlayan ve cinsler arasındaki beden farklılıkları ile devam eden soru sorma enerjileri, yaşları büyüdükçe daha da artıyor. Ebeveynlerin, cinselliği konuşmakta zorlandıkları ve sorumluluğu birbirlerinin üzerine attıkları ise bilinen bir gerçek.
Bunun temelinde, utanma duygusunun yanı sıra neyi, nasıl, ne zaman anlatacaklarını bilmemeleri de yatıyor. Kitap, bu noktada ailelerin yardımına yetişiyor. Çünkü yaş aralıklarına göre ayrılan bölümlerde; çocukların, gençlerin fiziksel ve psikolojik farklılaşmaları ile ilgili bilgiler veriliyor.

İşte ebeveynlere, kitaptan birkaç önemli öneri..

* Cinsellik sadece beden ile ilgili değildir: Bu nedenle, cinsellikle birlikte onlara sevgiyi de anlatmak gerekir. Çocukların cinselliği aynı zamanda sorumluluk, yakınlık ve sevgi ilişkisi olarak öğrenmesi önemlidir.
* Çocuğunuza dokunmanın türlerini anlatın: Çocuk sarılmanın hoş bir davranış olduğunu bilmelidir. Ama size ve arkadaşlarına ne şekilde dokunmasının uygun olacağını öğrenmelidir.
* Cinselliği konuşmaya erken başlayın: Çocuğunuza burnunun, ağzının yerini öğretirken; cinsel organlarının da yerini öğretin. Büyüdükçe üzerine bilgi eklemeniz kolaylaşır.
* Onlarla gizliliği konuşun: Çocuklar sınırları bilmeye ihtiyaç duyarlar. Nerede çıplak olabileceklerini, nerede giyinik olmaları gerektiğini bilmelidirler. Aileler için eğitici bir rehber niteliğinde olan kitap, sade ve akıcı dilde yazılmış. Kolay okunuyor, rahat anlaşılıyor. Cinselliğin konuşulmasının hâlâ tabu olduğu toplumumuzda; doğru bilgilerle donanmış anne babaların, toplum sağlığına da katkıda bulunacakları inancındayım.

Bubble!
Bubble!

Eskiden de böyle yaparlar mıydı bilmiyorum ama bizim jenerasyonda gördüğüm, bebekler daha anne karnındayken bir ön isim veriliyor. Biraz garip isimler olabiliyor bunlar. Mesela şekerpare, şeftalim falan tarzı yenebilecek şeyler ya da daha isme yakın olanlar. Örneğin bir arkadaşım can can diyordu. Sonra oğlu doğunca da adını Can koydular.

Bu bir ihtiyaç galiba. Çünkü insanın karnında bile olsa, biz geveze anneler ve bizden geri kalmamaya çalışan zavallı babalar bebeklerimizle daha bir fetus iken konuşmaya başlıyoruz.

Hani bir insana nasıl hitap etmeniz gerektiğini bilemediğinizde (genelde eşinizin aile bireyleriyle böyle bir sıkıntı yaşanır, özellikle evliliğin ilk başında) ya da ismini unuttuğunuz bir kişiyle karşılaştığınızda hitapsız konuşmaya çalışırız ya:

“Nasılsınız?”

“Size geçen gün söylediğim gibi…”

“Aaa merhaba!”, vs. vs.

Ne kadar zor birşey gerçekten. İşte aynen bu sebepten bebeklerimize de bir isim takma ihtiyacı duyuyoruz, en azından cinsiyetini öğrenene kadar. Düzgün hitap edemezsek kırılırlar Allah korusun 🙂

Biz de Maya’ya “Bubble” ismini takmıştık. Hangimiz ilk bu ismi buldu hatırlamıyorum, neden İngilizce olduğunu da bilmiyorum ama Maya doğana kadarki ismi “Bubble” idi.

Geçenlerde çekilen bir resim aklıma bu ismi getirdi. İçim ısındı yine.

Karnımda yavaş yavaş büyürken, kendimce cır cır onunla konuşurken ve muhteşem karga sesimle ona banyoda (hani banyoda insan sesini daha güzel sanıyor ya) şarkı söylerken hep bu ismi kullanırdım.

Hayalimdeki bebek bu ismi sever ve kendi de zaten bir anlamda bir baloncuğun içinde olduğundan bu isim ona ve duruma çok uyardı. Bu şekilde kendime minik bebeğimizin son dereceli korumalı bir ortamda olduğunu, daha şimdiden, annesi olarak onu tüm tehlikelerden koruduğumu hatırlatırdım.

Abur cubur yemez, içki içmez, hamile yogasıyla ve harika müziklerle kendimi ve onu huzura erdirirdim – hmmm biraz sıkıcıymış hayat aslına bakarsanız…

Ve geri planda aynı mırıltılar devam ederdi : Bubble, Bubble, Bubble, lay lay lommmm.

Üstelik baloncukları da çok severim. Bana hep mutluluğun, keyifli anların sembolü gibi gelir. (Havaya üflenen baloncuklar, şampanya kadehindeki baloncuklar, banyodaki baloncuklar,…)

Mayacık dünyaya geldiğinde (o kadar rahattı ki hiç çıkmak istemedi zaten) sanki bu bubble da pıt diye patladı. İşte gerçek hayat ve gözyaşları! Adeta miniğim baloncuğundan çıkıp dış dünyaya gelişinden dolayı pek de mutlu değildi. 32 saatlik doğum mücadelemin sonunda onu kucağıma aldığımda aklımdan ilk geçen tabii ki “OH, NİHAYET! HİÇ ÇIKMAYACAK SANDIM!” dan sonra, “Hoşgeldin ‘Bubbleım’, artık sen Mayasın ve ben seni hep koruyacağım, sen merak etme” oldu.

O gün bugün de kızıcığıma zarar vermek isteyen diğer miniklere bile dişlerimi gösterir oldum. Ben nasıl bir insan oldum böyle diye düşünmeden duramıyorum. Hem kendi sorunlarını kendi çözsün, bağımsız olsun diye uğraşırken hem de inanılmaz bir annelik içgüdüsüyle saniyede yanında bitiveriyorum.

Nasıl birşeydir bu böyle?

Yine okuduğum kitaplardan birinde çok doğru bir yaklaşım vardı. Bizlerin nihai hedefinin çocuklarımızı BİZLERDEN BAĞIMSIZ, KENDİ AYAKLARININ ÜZERİNDE DURABİLEN bireyler olarak yetiştirmemiz olduğu belirtiliyordu (ya da öyle olmasının doğru olacağı…) Bunu başarabilmek için bazı aşamalarda çocuğumuzu serbest bırakıp, birkaç adım geriye gitmeyi de bilmemiz gerekiyor tabii. Onlar kendi mücadelelerini kendileri yapmalılar, bizlerin her an onlara destek vermeye hazır olduğumuzu içlerinde hissederek. İşin en zor tarafı bu herhalde. Bu dengeyi sağlamak, gerektiğinde acı çektiğini görsek de çözümünü kendisinin bulması için zaman tanımak, fırsat vermek…

3.5 yaşında bunu çok minik dozlarda yaşıyor kızıcığım. Evet minik “Bubble” bulunduğu baloncuktan çıktı ama bence hayatı resimde etrafını saran baloncuklar kadar renkli, keyifli ve mutluluklarla dolu olacak 🙂 (En azından inanmak istediğim bu – hepimizin bebekleri için…)

Bubble, Bubble, Bubble, lay lay lommmmmmmmmmmmmmmmmmm

Bugün Aslında Yarın Mı?

“Bugün yarın mı?”

Maya’nın ara ara sorduğu bir soru bu. Aslında onun anlamaya çalıştığı zaman.

“Anneanne gelecek Mayacım, ne güzel değil mi?”

“Ne zaman?”

“Yarın canım. Yani akşam uyuyup uyanıcaz sonra gelecek.”

Ertesi sabah, Maya tekrar sorar :

“Anne bugün yarın mı?”

İlk başlarda “Nasıl yani, bugün bugün işte, ne yarını???” diye düşünürken sonraları anlamaya başladım sorunun ne demek olduğunu.

Hani Maya’nın Günlüğü – Güzel Bir Gün kitabındaki anne gibi bende kızımın zeka düzeyime hiç ama hiç yakıştıramadığı bir yaklaşım içindeydim bu soruyu ilk duyduğumda.

Sonra sonra Maya’nın günleri takip etmeye çalıştığını anladım da rahata erdik. İletişim sorunumuz ortadan kalktı. (En azından bu konuda…)

Yalnız tabii ben her konudan başka bir şeyler çıkartmaya meraklı bir insan olarak, burada vurgulamak istediğim, gün takibinden de öte “bugünün” gerçekten “yarın” olduğu…

Günler ne kadar hızlı geçiyor, zaman akıp gidiyor, bugünün tadını çıkartmak gerek tarzı yaklaşımlar gerçekten doğru. Fakat tüm bunların ötesinde bugün aslında GERÇEKTEN yarın.

Yani bir durun ve düşünün: her günümüz ileriye dönük planlar yapmak ya da en azından yapmaya çalışmakla geçiyor. Öyle bir koşturma içindeyiz ki. Buna bir de minik bebeğimizin sorumlulukları girince bazen hayat bir “yapılacaklar listesi” şeklini alıyor ve maalesef pek çok güzelliği fark edemeden, listemizde yer alan bir sonraki “işimize” yöneliyoruz.

Bundan dört sene önce, çok severek çalıştığım işyerinden kızıma kaliteli zaman ayırabilmek adına ayrılma kararı verirken, elimde çok daha fazla zaman olacağını düşünmüştüm. Yaklaşık 12 senelik iş hayatımda yaptığım işler hep çok yoğun oldu ve hep özveri gerektirdi. Ama bir o kadar da renkli ve hareketli oldu. O zamanlar evde kalmayı tercih eden annelerin neden hiçbir şeye yetişememelerine anlam veremez ve hatta azıcık da onları beceriksiz bulurdum. “Ellerinde bu kadar zaman var. Minicik bir bebek ya da bir çocuk ne kadar vakitlerini alır ki…” diye düşünürdüm.

Fakat insan biraz da kendi kaşınıyor sanırım. Maya biraz ortaya çıktıktan sonra ufak ufak zamanı kendim yönetebileceğim işlere yönelmeye başladım. Önce kızımdan artan zamanda yapacağım dediğim iş, daha sonra bayağı vaktimi almaya başladı. Yarım iş yapmayı sevmeyen, rahatsız bir tip olduğum için (hep annemle babamın suçu!) birden bire kendimi bayağı yoğun bir tempoda buldum. Yine de sabah 9 akşam 6 (ya da daha fazla) çalışan çocuklu arkadaşlarıma göre daha özgür sayılırdım.

Ancak minik Mayacığımın günleri böylesine takibe alması benim birden duraksamama neden oldu. Çünkü gerçekten bazen onunla geçirdiğimiz zamanın büyük bölümünü işimle, evimle, ailemle yada arkadaşlarımla ilgili yapmam gerekenleri düşünmekle geçirdiğimi fark ettim. O zaman bu kadar çok sevdiğim işi dört sene önce neden bırakmıştım?

Buradan sakın kimse annelerin, özellikle de çocuktan önce çalışan annelerin atıl birer birey olarak kalmaları gerektiğini savunduğum sonucuna varmasın. Ancak kendimizi “yapılacaklar listesi”ne kaptırmadan, bir daha elde edemeyeceğimiz bu anların tadını çıkartmayı öncelikli olarak ele alsak hayat çok daha güzel olacak bence. Ben yapabiliyor muyum? De-ni-yo-rum!

Bu dönemin annelerinin en büyük açmazı birden fazla rolleri olmaları, hatta çok fazla. Ama bu da başka bir yazının konusu.

Geçenlerde Maya’nın okulundan gelen bir yazıyı sizinle paylaşarak, artık noktayı koyuyorum 🙂

Çocuğumuza,
Sürekli meşguldüm o kadar sene
Seninle doyasıya oynayamadım.
Sen beni çağırdın gel oyna diye,
Ben bir türlü zaman ayıramadım.

Giydirdim, doyurdum, seni kolladım,
Sadece bunları yeterli sandım,
Bana oyuncağını getirdiğinde,
Ben seni çoğu kez, başımdan savdım.

Yatağa yatırır seni okşardım,
Sen uyur uyumaz hemen çıkardım.
Şimdi o günleri çok özlüyorum,
Keşke bir dakika fazla kalsaydım.

Hayat ne kadar kısa, yıllar ne çabuk,
Ne zaman büyüdü bu küçük çocuk,
Ona dokunmak için uzandığımda,
Ellerim boş kalır yüreğim buruk.

Artık ne resimler, ne de oyunlar
Ne “İyi geceler”, ne sarılmalar,
Hepsi çok geride, ulaşmak zor,
Yaşanmadı sanki o güzel yıllar.

Artık hiç işim yok, yapayalnızım.
Günlerim çok uzun üstelik bomboş
Keşke istediklerini bir bir yapsaydım
Küçük arzuların şimdi çok şirin, çok hoş.

Alice Chase

Aşı Olduk!

Evet gerçek, hem de nasıl… Dün “birlikten kuvvet doğar” diyen üç anne, bir baba (Mengü) ve bir anneanne, uzun araştırmalar sonucu seçmiş olduğumuz sağlık kliniğinde buluştuk. Duyan da savaşa hazırlanıyoruz falan sanacak. Altı üstü bir aşı!!!

Ama kolay mı, onca zamandır ne kadar çelişkili yazılar yazıldı. Devletin en tepesindekiler kendilerine bağlı olan kurumların verdiği bilgileri yalanladılar. Koskoca profesörler fikir ayrılığına düştü. Basın olayı baş sayfalara taşıdı, komplo teorileri üretildi, insanlar bu konudan başka konuyu düşünemez oldular. Gerçek bir sinir harbi, bir anlamda işkence.

İpek son 2-3 haftadır, okulda rastlaştığımız her an “Evet karar nedir?” diye soruyor. Ya da çocukları bir araya getirdiğimiz her an bunu konuşuyoruz. Onun bızdığını götürdüğü iki ayrı doktoru var. Ve bilin bakalım ne diyorlar?
Biri yaptır, biri yaptırma diyor!!! Hadi bakalım… İkisi de kıymetli doktorlar. Gel de karar ver.

Zeynep ise doktorunun yaptırılması yönündeki bilgi akışına artık teslim olmuş olmanın rahatlığıyla günlerini geçiriyor desem de inanmayın. Zavallı o da hala etrafındaki annelere ve onların doktor eş, dost, akrabalarının ya da tanıdıklarının görüşlerini öğrenmek istiyor.

Ben ne mi yapıyorum? Ben, konuyla ilgili tek başıma karar almamaya KARAR VERMİŞ durumdayım. Mengü hayır diyor, ben ortada, nereye çeksen oraya gider vaziyette. Peki ne olacak? Derken aklıma cin bir fikir geliyor: Maya’yı zaten kontrole doktorumuz Hilal Hanım’a götüreceğiz. Randevuyu özellikle Cumartesi gününe alıyor, Mengü’yü de sürüklüyorum ki içinde arkadaşlarımın da sorularının olduğu defterimdekilerle ilgili yanıtları iki çift kulak duysun, iki akıl değerlendirsin.

Zavallı Hilal Hanım’a konuyla ilgili kaçıncı defa soru soruyorum bilmiyorum ama yüzünde tatlı gülümsemesi ve sakin haliyle bizim listemizi tek tek cevaplıyor. Verilen cevaplar o kadar mantıklı, o kadar doğru ki insan “Şimdiye kadar aklımız neredeydi?” diyor. İşe bir de son zamanlarda yaşanan vakalarla ilgili tecrübeler de girince neredeyse koşa koşa aşıya gidesi geliyor insanın.

Benim çeşitli kaynaklardan yaptığım araştırmalarla doktorumuzun söyledikleri birebir örtüşüyor. Kızımıza bugüne kadar ne kadar aşı varsa yaptırdık, sezonluk grip aşısı dahil. Hiçbirinin yan etkisini sormak, araştırmak aklımızın ucundan bile geçmedi. Bu aşı ile ilgili ise inanılmaz şekilde bilgi sahibi olmuş durumdayız.

Görüşmemiz sonrası Mengü’ye dönüp “Evet karar nedir?” diyorum (aslında kararı biliyorum ama ondan duymak istiyorum bunu – onun benim gibi duygusal olmadığını, elindeki verileri benden daha güzel inceleyip, en doğru kararı vereceğine inanıyorum.)
Aşı olunacak” diyor. Evet! İşte karar çıktı. İçim 100% rahat mı? 98% rahat ama 2%lik bir bölümü bana baş ağrısı olarak misafir geliyor, beni huzursuz etmeye yetiyor.

Şimdi “Hangi sağlık kurumunda yaptırmalıyız?” koşturması başlıyor. Deli gibi mesajlaşıyoruz İpek ve Zeynep’le. Ben kayınpederimin önerdiği kuruma bir gün önce gidip, tüm bilgileri alıyorum:

* Saat kaçta aşı olunabiliyor?
* Aşı markası ne?
* Sıra numarası almak lazım mı?
* Acil durumda, allerjik reaksiyon olması halinde ne gibi uygulamaları var?
* Büyüklere de yapıyorlar mı?
vs. vs.

Sağlık ocağındakiler bana “Bu kadın deli!” der gibi bakıyorlar. Ve de içlerinden eminim “Bu yoğunluğa bir bu eksikti” diyorlardır. Zaten devlet memuru bakışı ve tavrı onlarda da mevcut. Yaptıkları işi sevmiyorlar, belli.

Neyse, sonuçta Salı günü saat 09:45’te kapıda buluşuyoruz. Herkes heyecan içinde. Çocuklardan çok anneler heyecanlı zaten. Bizim gibi birkaç aile daha var. Sırayla bu iş için tahsis edilmiş odaya giriyor, aşılarımızı oluyoruz (biz anneler dahil.)

Aaaa hiçbirşey olmadı. Herkes gayet normal. Oh çok şükür! Çılgın bir kutlamayı hak ettik. Çocukları alıp biraz dolaştırıyoruz, öğle yemeği falan derken biz de biraz rahatlamaya çalışıyoruz.

Herkese geçmiş olsun 🙂

Hala karar vermeye çalışan arkadaşlarıma kolaylıklar diliyorum. Aynı süreçten geçmiş bir insan olarak ne kadar zor bir karar olduğunun farkındayım.

Acaba dünyada başka bir ülkede böyle bir konu, bu kadar kötü ele alınmış mıdır diye de merak ediyorum. Bu denli önemli olan sağlık konusunun bu kadar ciddiyetsiz bir şekilde bizlere aktarılması ve ortaya çıkan kaosa insanın inanası gelmiyor.

En kısa zamanda kendiniz ve çocuğunuz için en doğru kararı verebilmeniz dileğiyle…

Ve işte bizim aşılılar eğlenirken…


Ben Yapmadım, Kedi Yaptı !

Hani Candan Erçetin‘in Bahane diye bir şarkısı vardır :

ben özlemedim ki seni
kedi özledi
çağır onu gelsin diye
bana kedi söyledi

diye devam eder. Herşeyi kedi söylemiştir, asla şarkıdaki kişinin düşünceleri değildir 🙂

İşte şu aralar bizim durumumuz da aynen böyle.

“Mayacım çok geç oldu. Neden hala uyumuyorsun?”

“Ben uyumak istiyorum ama kedi uyutmuyor.”
***************************************************

“Tatlım tekrar mı çişin geldi ? Bu son 20 dakika içinde üçüncü oldu. Oyun mu oynuyorsun (uyumamak için)?”

“Hayır benim değil kedinin geldi. Ben ona yardım ediyorum anne.”
***************************************************

“YETER ARTIK SUS DİYORUM SANA !!!”

“Mayacım niye bağırıyorsun? Bağırarak konuşmak hiç doğru değil.”

“Ben değil kedi bağırıyor annecim. Ben ona sus diyorum susmuyor.”

Bu örnekler çoğaltılabilir.

Aslında Maya’nın içinde fırtınalar esiyor diye düşünüyorum bazen. Normalde var olan sakin tavırları bazen hırçın bir aslan yavrusuna dönüşüyor. Bu tavır değişikliğini yaşamak, keşfetmek istiyor ve ne gibi bir tepki alacağını da görmek istiyor sanki. Bizden gelen tepki onu köşeye sıkıştırdığında ise “kedi” ortaya çıkıyor ve suçu üstleniyor. Bu benim yorumum tabii ama hislerim o yönde.

Maya’ya son günlerde taktığımız isim “Miss Attitude.” Herşeye tepki vermesiyle, kaşlarını çatıp, bir Çukurovalı edası ile rap rap rap yürümesiyle gerçekten bu ismi hak ediyor.

Annem bugün içimi rahatlatmak için “Terrible two dönemi dört yaşa kadar devam ediyormuş” dedi. Bense sanki Maya’nın genç kızlık dönemini şimdiden yaşıyormuşum hissinde olduğum için “Bizimkininki 21 yaşına geldiğinde bitecek” dedim.

Bakalım bu kedicikle daha ne kadar karşılaşacağız ?

Diş Fırçası

Bu nasıl başlık böyle? Bu kadın şimdi de diş fırçaları ve hangi fırçaların bizim bızdıklar için doğru olduğunu mu yazacak? DEMEYİN SAKIN !!!

Hayır bambaşka birşey hakkında yazmak istiyorum aslında.

Diş fırçamız nerede durur genelde?

Diş fırçamızın bir mekanda bulunması ne ifade eder?

Peki, birden fazla diş fırçamız, birden fazla mekanda olabilir mi?

Geçenlerde (hep de “geçenlerde” oluyor bu düşünceler :)) Maya babaannesinin davetlisi olarak kuzeni Bulut ile babaanne ve dedede kaldı.

Özellikle Maya iyice bebekken, kayınvalidem benim Maya için hazırladığım kocaman çantaya baktıkça, “Defnecim Maya’nın bazı eşyalarını burada bırak ki her seferinde tekrar tekrar taşımak zorunda kalma” diye nazikçe öneride bulunurdu. O zamanlar bir de Babycook, bezler, yedek kıyafetler, oyuncaklar, banyo malzemeleri, kitaplar falan derken bayağı yüklü seyahat ederdik. Şimdi biraz daha medeni bir şekil aldık galiba…

Neyse, sonuçta yedek birkaç kıyafet (bir kısmı zaten babaanne tarafından edinilmiş), diş macunu ve DİŞ FIRÇASI babaanne-dede evinde sabit durmakta. Maya’nın eşyalarını toparlarken aklıma geldi, diş fırçası babaannesinin evinde. Bu onun bu eve ait olduğunun bir göstergesi aslında.

Buradan yola çıkarak, Maya’nın diş fırçası başka nerede diye düşündüm.

Okulunda. Evet, okulda diş fırçalandığı için bir set diş macun ve diş fırçasını da okula bırakmıştık. Hatta öğretmenleri fırçalar ve macunlar karışmasın diye üzerine fotograflarını yapıştırdılar. Evet Maya’nın ait olduğu bir başka yer de okulu.

Minicik bir bebekken, dişleri ilk çıktığında diş fırçası sadece ve sadece bizim evimizdeydi. Şimdi 3,5 yaşında, sosyal bir benlik olarak hem babaanne-dede evinde hem de okulunda birer fırçası var. Bunları düşünürken içim buruldu bir anda.

Daha da büyüdükçe diş fırçalarının ait olduğu yerler artacak, zaman gelecek üniversite yurdundaki odasında ya da bulunduğu şehir ya da ülkedeki evinin banyosunda olacak. Zaman gelecek sevdiği, aşık olduğu adamın evinde olacak. Acaba o zaman biz “çok modern” geçinen anne ve babasının yaklaşımı nasıl olacak?

Benim tatlı, saf, sakin, sevgi dolu bebeğim büyüdüğünde hayat ona neler sunacak? Karşısına nasıl insanlar çıkaracak? İyi olanları kucaklamayı, ona zarar verenleri farkedip onlardan uzaklaşmayı akledebilecek mi? Diş fırçasını doğru yerlerde bırakabilecek mi?

Sadece bir diş fırçası deyip geçmeyin… Neler görüp geçiriyor o diş fırçaları…

Hepimizin çocuklarının onlara mutluluk ve huzur verecek yerlere diş fırçalarını bırakmaları dileğiyle…

Kafamızdaki Kalıplar

Maya son günlerde “ters” yatmaya başladı !

Yani yatakta normalde başını koyduğu yere şimdi ayakları geliyor 🙂 Başını koyduğu yerde bir yatakbaşı var, yatak odası mobilyalarına uygun. Şimdi yastığı ayakucunda ve görsel anlamda boşlukta.
Bu değişikliği çok garipsedim.

“Emin misin böyle yatmak istediğinden Mayacım?”

“Hı hı.”

“Bak ama bu biraz ters oluyor. İstersen eskisi gibi yat sen yine de.”

“Hayır, ben böyle yatıcam.”

Ya sabır… Bu da nereden çıktı şimdi? Hayır, birşey değil, yatak koruması öteki türlü yatış pozisyonuna göreydi. Şimdi buradan düşebilir… Neyse bu gece böyle yatsın da yarına düzelir herhalde.

Ertesi gün yatak toplanırken tabii eski sisteme göre yastık yine yatakbaşının olduğu yere getiriliyor. Akşam yatak örtüsü açıldığında kıyamet koptu. O minik kaşlarını en korkutucu şekliyle çatıp, en yüksek aslan sesini çıkartarak kükredi miniğim : “Kim değiştirdi yastığımın yerini ??!!! Ben böyle istemiyorum artık !”

Neyse benim ufak itirazlarım işlemedi ve Maya artık yatağında “ters” uyuyor. Bunu düşünürken birdenbire dank etti ! Neden ters oluyormuş? Kime göre ters? Biz başından öteki türlü uyusun diye uygun görmüşüz, yatak başını oraya koymuşuz. Ama şimdi o fikir değiştirdi ve böyle istiyor. Niye ters olsun ki?

Buradan yola çıkarak farkettim ki, bu da kafamızdaki kalıplardan sadece biri. Hayatımızda hepimizin oluşturduğu bazı kalıplar var. Bunların kimisi sosyal baskı olarak adlandırılıyor, kimisi aile yetiştirme biçimi, kimi gelenek ismini alıyor. Aslında bunlar bizlerin oluşturduğu bazı kalıplar, bazı doğru yada yanlışlar.

Nikken işimi kurmaya başladığım dönem, Nikken’in verdiği eğitimlerden biri Liderlik konusundaydı. Eğitmenimiz sosyolog Nurdoğan Arkış’tı. Çok başarılı bir eğitmendi. Kendi hayatından kesitlerle bizlere olması yada olmaması gerekenleri anlatıyordu. Eğitim esnasında vurguladığı önemli bir nokta bazı kalıpların bizlere çok küçük yaşta, çoğu zaman farkında olunmadan yerleştirildiğiydi. Örneğin hayvan korkusu. Bir annenin aynı kaldırımdan kendilerine doğru gelmekte olan bir köpekten çocuğunu korumak için hemen karşı kaldırıma geçmesi ve “Aman yavrum, köpekler ısırır, uzak durmak lazım” cümlesi ile çocuktaki ilk korku tohumunu ekmesi.

Buna birkaç örnek daha eklenebilir :

“Dikkat et düşersin!” gibi anlamsız cümleler (nasıl dikkat edilecek?)

“Koşma terlersin!”

“Yağmur yağarken dışarı çıkılmaz!” Neden? Bence uygun bir kıyafetle yağmurda yürümek, su birikintilerinde zıplamak çok da keyif verici.

Ya da hava soğuk diye çocuğun beşbin kat giydirilmesi. Çocuğu kıyafetlerle boğmak.

Bunları öyle ya da böyle hepimiz yapıyoruz. Çoğu zaman farkında olmadan. Çünkü hepsi zamanında içimize işlemiş. Amacım büyüklerimize suçu atmak değil. Sonuçta onlar da büyüklerinden öyle görmüşler, öğrenmişler. Ama bu yanlış düşünce ve yaklaşımları birilerinin ufak ufak değiştirmesi gerekiyor diye düşünmeden de duramıyorum. Belki bu nesil anne-babalar bu konuda bir adım atarlar. Ne dersiniz?

Son olarak kalıp dışı bir dostlukla ilgili bu filmi paylaşmak isterim sizlerle 🙂

Kucak dolusu sevgiler ve kocaman öpücükler !

Happy Thanksgiving!

Bizimle ne alakası var ??? diyeceksiniz biliyorum. Yok zaten. Sadece Amerikalı bir arkadaşımdan gelen mail çok hoşuma gitti. Nelere şükrettiğini listelemiş. Liste eminim çok daha uzun olurdu ama o ilk aklına gelenleri sıralamış.

Ben içimden, sevgili eşim dışından, pek çok defa şükrederiz elimizdeki güzelliklere. İnsan hali aslında yakınmaya ve eksik olanı görmeye daha meyilli. Hayat zor zaten, her geçen gün de zorlaşmakta. Hele de çocuklar olunca, keyif ne kadar artıyorsa (keçi boynuzundaki bal kadar demeyeceğim ama…) zorlukları da paketle beraber geliyor. Büyüdüğümüzü anlıyoruz herşeyin başında.

Neyse, Elizabeth’den gelen mailden sonra ben de oturup kendi listemi yaptım. Sizlerle paylaşmak ve sizlerin de listelerini bizlerle paylaşmanızı istedim.

Hayatımda sessiz ama sık sık şükrettiğim pek çok şeyin en başında işte bunlar geliyor :

* Maya ve Mengü

* Bana hala emek harcayan annem ve babam
* Uzaklığını bana hissettirmeyen Nilgünüm (ablam)
* Nilgün’ün kendine harika bir eş seçmiş olması ve bizim bu kadar mesafede bu kadar yakın olabilmemiz
* Anneanne ve dede tadı çıkarabilmiş olmam
* Mengü sayesinde harika bir ikinci ailem olması (kayınvalidem bu yazıları okuyor diye yazmıyorum !!!)
* Sıcacık dostluklar
* Kalbimin pıt pıt attığı her gün
* Caz müziği, nefis bir kitap ve şarap eşliğinde ayaklarımı uzattığım minik evim
* Amy ve Lydia (yeğenlerim) ve onların bana gösterdikleri sevgi
* Bahçemizdeki nefis çiçekler eşliğine yapılan balkon keyfi
* Sıcacık, içten gelen bir gülümseme
* Ailem, ailem, ailem
* Sezen’le yaptığımız her çiçek aranjmanından sonra içilen kahve ve güzel sohbet
* Spordan sonra duşta üzerime düşen su damlaları
* Kocaman sıcacık bir kucaklaşma
* Kuaförden çıkıştaki saçımın görüntüsü
* Minik evimizdeki keyifli yemek sofrasını hazırlama ve ardından şarap ve müzik eşliğinde, gecenin geç saatlerine kadar dostlarla yapılan tatlı sohbetler

Daha çok var aslında ama sizleri baymayacağım.

Bazen insanın tüm zorluklar arasında bir anlık da olsa durup nefes alması ve hayatındaki güzellikleri listelemesi, bence, ilerlemek, hayata devam edebilmek için gerekli gücü verecektir.

Sizleri kocaman öpüyor, listelerinizi bekliyorum 🙂

Anneler Kahve Sohbetinde

Düzenli gitmeye çalıştığım, (Maya’dan önce net haftada 5 gün oradaydım) spor merkezim Hillside’da hedefime her ulaştığımda, vücudum ve dolayısıyla kendim için birşeyler yapmış olmanın dayanılmaz hafifliğiyle Alkent Starbucks’a uğramadan geçemiyorum.

Ekip çok şeker gerçekten. Her daim güleryüzlüler. Mutlaka ismimle hitap ederler, genelde “tall nonfat decaf latte” içtiğimi, hatta her kahve içimim esnasında kırk tane telefon görüşmesi yaptığım için kahvemin buz gibi olduğunu da bilirler. Bunun için de son zamanlarda bana kahvemi “extra hot” hazırlamaya başladılar 🙂

Her neyse, bir süre önce dikkatimi çekmişti : Starbucks Kahve Sohbetleri. İster şirketinize gelerek, ister Starbucks lokasyonunda, oluşturduğunuz gruba kahve ve özellikle Starbucks kahveleri hakkında bilgi veriyor, çeşitli kahvelerini tattırıyor, kısaca kahve hakkında sohbetler yapıyorlar. Çok hoşuma gitmişti.

Aradan bir süre geçti, uzun yazışmalardan sonra (annelerle program yapmak zor oluyor gerçekten, sürekli bir engel çıkıyor) başardım ve Cuma günü Alkent Starbucks’da 6 kişi buluştuk.

Çok sene önce Starbucks’ın girişimcisi Howard Schultz’un Pour Your Heart Into It isimli kitabını okuyup çok etkilenmiştim.

Özellikle de ilk baştaki dört cümle bana çok anlamlı gelmişti. Sizlerle paylaşmak istiyorum (anlamını yitirmemesi adına olduğu gibi İngilizce yazacağım) :

CARE MORE THAN OTHERS THINK WISE
RISK MORE THAN OTHERS THINK SAFE
DREAM MORE THAN OTHERS THINK PRACTICAL
EXPECT MORE THAN OTHERS THINK POSSIBLE

Kahve tadımımız esnasında pek çok bilgi aldık. Bazıları özellikle ilgimi çekti. (Begüm gayet güzel notlar aldı – ben tembel öğrenci sadece dinledim…)
Mesela Starbucks pek çok rakibi olduğunu doğal olarak kabul ediyor. Ancak kendilerini diğer kahvecilerden ayıran en önemli özellik, bu kadar yaygın bir zincir olmasına rağmen, kişisel servise çok dikkat etmeleri. Özellikle sürekli aynı noktaya gelen müşterilerinin isminden, kahve tercihine kadar herşeyi akıllarında tutuyor olmaları ve bizde de yeni başlayan “müşteri bardağı” çalışması özellikle gereksiz kağıt bardak tüketimini de engellediği için çok önemli.

Bunun dışında kahvenin gerçek aromasının en iyi hissedildiği pişirme sisteminin French press olduğu ve kahvenin yanlış hatırlamıyorsam 92C’deki suda 4 dakika boyunca demlenmesinin yeterli olduğu bilgisi bana önemli geldi. Evlere kocaman filtre makinalar almaya çok da gerek yok belki de.

Kahve tadımı ise çok keyifli. Bir nevi şarap tadımı gibi. Kahve küçük espresso bardaklarına üç parmak kadar konuluyor. Önce dört parmağınızla ağız kısmını kapatıp (kokunun dışarı dağılmaması için)kokluyorsunuz. Sonra bir yudum alıp onu ağzınızda dolaştırıp içerisindeki karışımı keşfetmeye çalışıyorsunuz.

Başka bir cins kahveye geçmeden araya havuçlu kek geliyor. Minik bir parça alıp ağzı nötralize ettikten sonra ikinci kahveye geçilebiliyor.

Bu arada Starbucks’da görmüşsünüzdür, belirli bir kahve ile belirli bir yiyeceği eşleştirirler. Bu öylesine yapılmış bir öneri değilmiş. Bazı kahvelerin cinsi, bazı tatlılarla çok daha ön plana çıkabilirken, bazıları kahveyi boğarmış.

Son bir ufak not : kahve kalorileri !!! Dınnnınnnnnnnn…

Tall nonfat Latte : 100 kalori civarı
Tall nonfat Caramel Machiato : 130 kalori
Grande Coffee Frappuccino : 230 kalori (bu benim en sevdiklerimden, resmen YI-KIL-DIM)

Kahve sohbetimizin son noktasının bu bilgi akışı olması üzdü tabii… Ama ben kaşındım. Amerika’da internetten kalori bilgileri öğrenilebiliyor ama bizde henüz yok diye dertlenirken, hemen listelerini çıkartıp bu “gereksiz” bilgileri vermeye başladılar 🙁

Baktılar şok içindeyiz, bize bir güzellik daha yapıp, güzel paketlerde kahve hediye ettiler ve de birer ücretsiz kahve kuponu verdiler. Ne mi istedim ? Tabii ki 230 kalorilik Coffee Frappuccino 🙂

Bol fotograf çekildi (Starbucks panosuna yerleşmiş bile). Çok keyifliydi, herkese tavsiye edilir 🙂

İşte ispatı :

Herkese bol kahveli, bol sohbetli günler ve kocaman öpücükler 🙂