Bızdıkların Gözüyle Dünya

Okuldan her hafta farklı çalışmalar eve yollanıyor. İçlerinde resimler var, farklı sanatsal faaliyetler var, neler var neler. Hiç birini atmaya kıyamadığım için yakında daha büyük bir eve taşınmamız gerekecek diye korkuyorum!

Son gelen resimlerden biriydi. Ben baktığımda renkli çizgiler görüyorum sadece. Halbuki o resim yarasaların resmiymiş. Hem de hepsi uçuyormuş!

Bu “modern sanat eserlerinin” daha çok, minik olan bir çocuğun henüz gelişmekte olan çizim becerisiyle alakalı olduğu düşünülebilir tabii. Doğrudur da. Ancak farklı bir açıdan düşünürsek, hayalinde yarattığı çizimi yapmış bir sanatçı da görebiliriz.

Öyle çok kalıplar var ki hayatta. Aslında her şeyi kalıplar içerisinde yaşıyoruz. Bu kalıplardan biraz uzaklaşmak için çırpınanı da “eksantrik”, “cins” ya da “uçuk” olarak damgalıyoruz. Neden? Çoğu zaman sadece alışılmışın dışında olduğu için aslında. Hoşumuza gitmiyor. Bize göre “farklı” olanı,”aykırı” olanı itme içgüdümüz var.

Çocuklarımızla ilişkilerimizde de böyle aslında. Bugün çok değer verdiğim arkadaşım Aslı ile sohbet ederken (kendisi yakın zamanda 0 km.bızdıklar‘a konuk yazar olarak katılacak. Aslıcım bak buradan duyurdum, kaçış yok artık…), zamanında bizlere yapıldığı gibi (bakın yine suçu anne-babalara atıp, işin içinden çıktım :)), çocuklarımıza otomatikman yapılması gerekenleri dikte ettiğimizden bahsediyorduk. Buna engel olmanın ne kadar zor olduğunu konuştuk.

Benim çocukluğumda anne-babalar öyle sabredip çocuk keşfetsin demezlerdi. Küt diye söylerlerdi çocuğa yapması gerekeni, çocuk da yapardı. Konu kapanırdı.

Fazla sorgulayan çocuk hiç hoşa gitmez, sürekli “niye?”, “neden?” diyene de en sabırlısı bile ancak bir, bilemediniz iki defa açıklama yapar, üçüncüsünde “öyle işte canım aaaaaa” derdi. Çocuk da ne yapsın, sorularına son vermek zorunda kalırdı.

Yabancı, özellikle Amerikalı ailelerin çocuklarının girdikleri her ortamda ne kadar rahat soru sorduklarını, ne kadar rahat fikirlerini beyan ettiklerini beğeniyle gözlemlediğimi hatırlıyorum.

Şimdiki anne ve babalar da, her ne kadar öyle görmedilerse de, biraz biraz çocuğa bu güveni kazandırmak için, kendilerini tutmaya çalışıyorlar. Ancak zor tabii. Biz böyle yetişmedik ki. Bazı şeyler otomatik olarak ağzımızdan çıkıyor, bızdığımızın kendi alması gereken kararlara müdahale ederken buluyoruz kendimizi.

Çok geniş bir çerçevede olabiliyor bu. Daha küçük yaşlarda okulda arkadaşıyla bir tartışmaya girdiğinde, onların çözüme ulaşmasını beklemek yerine, sabredemiyor ve atlıyoruz hemen. Çözümü biz onlara sunuyoruz ve ısrarcı da oluyoruz:

“Ahmet o araba benim!”

“Hayır ben oynicam onunla!”

“HAYIR! İSTEMİYORUM OYNAMANI!”

Giderek yükselen ses tonu, kısa zaman sonra ağlamaklıya dönüyor, iş fiziksel olmaya başlıyor veeeeeeeee anneler müdahale ediyor:

“Ahmet yapma yavrum. Ver o arabayı Mete’ye.” diyor Ahmet’in annesi.

“Metecim neden böyle yapıyorsun? Biraz da Ahmet oynasın arabayla” diye atılıyor Mete’nin annesi.

Anneler çocuklarını fedakarlık yapamaya ikna etmeye çalışıyorlar. Her iki taraf da çok kibar ve aynı kibarlığı çocuklarının da göstermesini istiyor. Mümkün mü? Henüz değil. Ama bizler kendimizi tutamayıp çocuğumuza yapması gerekeni söylüyor ve yapana kadar da peşini bırakmıyoruz.

Daha büyük yaşlara gelindiğinde ise, bu sefer daha önemli kararlar almaya çalışan çocuğumuza, olması gerekeni göstermek bizler için kaçınılmaz oluyor. Ve sonuçta ne oluyor biliyor musunuz? Bebeklikten ergenliğe kadar pek çok konuda anne veya babasından ne yapması gerektiğini duyan çocuk, ileriki yaşamında sorun çözemiyor, tökezliyor, şaşırıyor.

Koskoca insanları görürsünüz, iş sahibidir, yöneticidir. Ancak pek çok konuda hâlâ annesine ya da babasına danışmadan karar alamaz. Onları hayatının orta yerine koyar, vazgeçemez. Ne kadar sağlıklı?

Bizler hayatın renklerini belirledik. Bu yelpaze dışına çıkmıyoruz. Halbuki bir çocuğun hayatına baktığınızda herşey yepyeni. Hepsi değişik, hepsi bir keşif.

Etrafımda olan biten ile ilgili farkındalığım kızım sayesinde inanılmaz arttı. Adeta gökkuşağının dışına çıktı renk yelpazem.

Son zamanlarda okuduğum kitaplardan biri “Daddy Needs a Drink” , ebeveyn olmayı bir babanın gözünden anlatıyordu.

Burada özellikle bir bölüm çok hoşuma gitti. Yazar olan babaların, çocuk sahibi olduktan sonra işlerinin nasıl geliştiğinden bahsediyordu. Çünkü kanıksadıkları pek çok konuya şimdi çocuklarının gözlerinden tekrar bakıyor ve tekrar analiz ediyorlardı. Bu da kariyerleri açısından inanılmaz bir artı değer katıyordu.
Kapaktaki viski bardağının da düşünce gücüne katkısı olduğu söyleniyor ama bilemem… 🙂

Sadece yazar olanlar için değil, aslında hepimiz için bir çocuğun gözüyle dünyaya bakmak iyi gelecek. Bizi mutlu kılacak, hayat sevgisi aşılayacak. Gelin gökkuşağındaki renklerden fazlasını keşfedelim. Bızdıklardan öğrenmek için kendimize izin verelim. Bir sefer de onlar bize öğretsin, biz onlara öğreteceğimize. Ne dersiniz?

Yeni Dostluklar

Kızıcığımın okula başlamasını takiben, geçtiğimiz senelerde Gymboree’de, bu sene de Robert Yuva’da sadece onun değil, benim de yeni arkadaşlarım oldu. Bazıları inanılmaz gelişti, ailecek görüşmeye başladık, bazıları akıl danıştığım kişiler oldu, diğerleri her gün çocuklarımızın bahçede bitmek bilmeyen oyunlarını beklerken sağlık durumlarından, çocukların geleceğine kadar pek çeşitli konularda fikir alışverişinde bulunduğum kıymetli kişiler oldu hayatımda.

Bir gün okul çıkışını kayıt etmek istiyorum. Çok komik ama çok da şeker bir halimiz var bence. Uzaktan bakan bayağı eğlenir. Kocaman kocaman insanlar, yüzlerinde kendilerinden geçmiş mutluluk ifadesi çocuklarının oynayışını seyrediyorlar. Herhalde bir şeyin müptelası olmak böyle bir şey. Mest oluyor insan. Bu arada tabii zaman ilerledikçe yavaş yavaş sıkılmaya başlayanlar, çocuklarını ikna etmeye çalışıyorlar:

“Hadi Zeynepcim, gidelim artık yolumuz uzak” diyor her gün torununu almaya gelen genç Dede.

“Hayır! Olmaz! Ben daha Maya’yla oynayacağım.”

Zeynep’in dedesini son derece benimsemiş olan Maya, koşarak yanına gelip duruma hakim olmak istiyor. Kaşlar çatık, minik parmak sallanıyor ve en kalın sesiyle:

“HAYIR GİTMİYORSUNUZ! BİZ DAHA OYNUYORUZ!” diyor.

Zeynep’in dedesi (okulda kimsenin gerçek ismi kullanılmıyor – herkes birinin annesi, babası, dedesi, anneannesi,…) yüzünde kibar gülümsemesi ile cevabını bildiği soruyu soruyor:

“Maya daha ne kadar oynayacaksınız?”

Veeee beklenen cevap geliyor, hiç ikiletmeden:

“Beş dakika!”

Birbirimize bakıp gülüyoruz. Ben kızıma son uyarılarımı hep beş dakika öncesinden verdiğim için, o da aynını tekrar ediyor.

Bekleme esnasında pek çok konu konuşuluyor demiştim. Benim blogu takip eden anne ve babalardan da harika öneriler, güzel konular geliyor.

İşte bugün aslında paylaşmak istediğim de bunlardan biri. Bir önceki yazımda yer alan sağlık konusuyla ilintili ama bu sefer yurt dışından bir isim: Jamie Oliver – meşhur The Naked Chef.

İsterseniz biraz ön bilgi:


Jamie Oliver 1975 Essex, İngiltere doğumlu. Restaurant işinde olan babasından dolayı çok küçük yaşta işin içine giriyor. Hayatta yapmak istediğinin yiyecek/içecek işi olduğuna karar verdiği noktada gerekli eğitimi alıp, tanınmış restaurantlarda çalışmaya devam ediyor. Rose Gray ve Ruth Rogers’ın sahip olduğu River Café’de çalıştığı dönemde, restaurant ile ilgili yapılan bir belgesel çekimi esnasında, gencecik ve hazır cevap bir şef olarak dikkati çekince, programın yayınlanmasının ardından kendisine pek çok teklif geliyor ve The Naked Chef doğuyor.

Son derece başarılı, herkese hitap eden, ilginç ve genç bir şef olduğu için oldukça yoğun bir çalışma hayatı var. Bu nedenle ailesine vakit ayıramamaktan yakınanlardan kendisi.

Kendi çocukları da olduğundan olsa gerek, sağlıklı beslenme üzerine aktif çalışmalar yürütmekte. Özellikle gençlik için. Amerika bildiğiniz gibi sağlıklı beslenme konusunda uzun zamandır sınıfta kalmış bir ülke. İnanılmaz büyük porsiyonlar, kullanılan karbonhidrat ve yağ miktarı, salatalara konulan soslar, kahvelerdeki kremalar ve daha pek çok katkı maddeleriyle süslenen yemeklerin acısı şimdilerde dikkat çekici noktaya geldi. Obezite ve kalp hastalığı konusunda inanılmaz bir artış var Amerika’da. Üstelik küçücük çocuklarda başlıyor, gençlik yıllarında pek çok sorun onları bekliyor.

Bill Clinton’ın, Michelle Obama’nın okullarda yapmaya çalıştığı değişikliklere Jamie Oliver’ın da katkıları var. İşte 11 Şubat 2010 tarihinde TED Ödül töreninde konuyla ilintili yaptığı çarpıcı konuşmayı, bu konuşmadan beni haberdar eden Cüneyt Bey’e teşekkür ederek, sizlerle paylaşmak istiyorum:

http://video.ted.com/assets/player/swf/EmbedPlayer.swf

Bizim memleketimiz henüz bu noktada olmasa da, öncelikle biz velilerin çocukların beslenme ve hareket oranlarına çok ama çok dikkat etmemiz gerekiyor. Bu konuda okulların dikkatli olduğundan emin olmamız gerekiyor. Onlarla elimizdeki verileri paylaşmamız ve bizlerle aynı hedefe doğru koştuklarını görene kadar da uğraşmamız gerekiyor. Şu an pek çok detaya boğulmuş durumdayız ancak temel hataları göz ardı ediyoruz. Öncelikle hızlı düzelebilecekleri düzeltip, sonra detayıyla uğraşmak daha önemli gibi geliyor bana.

Üstelik bunun bir iyi yanı da, çocuğumuza doğru örnek olabilmek adına, biz de sağlıklı beslenmeye ve bol hareket etmeye başlarsak, hepimiz daha da gençleşeceğiz, çocuklarımızla daha keyifli ve daha uzun seneler birlikte olabileceğiz. Bunun olabilme ihtimali bile bana güç veriyor. Ya size?

Tam Yağlı Süt Mü? Yağsız Süt Mü?
Tam Yağlı Süt Mü? Yağsız Süt Mü?

Bu yazı biraz başlıkla alakalı olacak sevgili dostlar. Arada değişiklik yapmak lâzım değil mi ama? Hep sürprizli konular olmasın ki bir “ağırlığımız” olsun… 🙂 (more…)

Analı Kızlı
Analı Kızlı

Analı kızlı çorbasını bilir misiniz? Kimi yerde Adana bölgesinin, kimi yerde Malatya’nın çorbası denir. İçinde yok yok, bir ben eksiğim yani… Minik içli köfteler, nohut, yoğurt,… Çok besleyici bir çorba. Bildiğim kadarı ile zamanında komşuculuk çok önemli ve hayatta iken, herkesin getirdiği malzemelerle yapılırmış. Yani pek çok kişinin emeğinin, katkısının bulunduğu leziz bir tat.

Hay Allah şimdi de yemek tarifi mi dinleyeceğiz diye aklınızdan geçiyorsaaaa, içinizi rahatlatayım öyle bir durum söz konusu değil. Gerçi çocuklar için blogun bir kenarına mönü (bu kelimeyi telaffuz ederken lütfen dudaklarınızı Ajda Pekkan misali büzüştürün ve “ö” harfi üzerinde biraz duraklayın – neden mi? Çok eğleneceksiniz de ondan, deliye her gün bayram nasılsa, gülümsemek için bir sebep de burada :)) önerileri koymam istendi. Belki onu da yaparız, niye olmasın?

Neyse bugünkü konumuz farklı. Analı kızlı çorbası nasıl zenginse bence anne-kız ilişkisi de o kadar renkli. Bu blogda cinsiyet ayırımı yok. Özellikle de gerçek anlamda “ilgili” babaların da yazıları takip ettiği düşünülürse, yapacağım en son şey ayırımcılıktır. Ancak tabii benim bir anne olduğum ve de bızdığımın da bir kız çocuk olduğu düşünülürse, bazen denge biraz daha bizim tarafa kayabiliyor. Ama bu da belki beyler için bir avantaj olabilir – bizleri hep anlayamadıklarından şikayet ettikleri için bir katkımız olur diye umuyorum.

Yaz hariç Mersin’de yaşayan anneciğim arada çeşitli vesilelerle İstanbul’a geldiğinde benim tüm programlarım önemlerini yitirir, ertelenir, ikinci plana atılır. Zaten kısıtlı olan günler, gerek onun yoğun programı (tavuklar asla yerlerinde durmaz biliyorsunuz – bu ne demek diye düşünenler için “Eyvah! Anneme benzemeye başladım…” başlıklı yazıyı okumanızı öneririm) gerekse diğer koşuşturmalar nedeni ile çok hızlı geçtiği için, planımızı o gelmeden neredeyse bir ay önceden yapmaya başlarız. Aceleci ailenin hali başka oluyor!

Bu sefer de böyle oldu. Pazartesi gününden Perşembe gününe kadar süremiz var. Perşembe kendisi 50 yıllık arkadaşları ile Burma’ya gidecek – tüm itirazlarımıza rağmen. Bu arada bu Burma konusu hakkında gidenler harika şeyler anlatıyorlar ama bizim gibi gitmeyip, yalan yanlış duyduklarımızla köşemizde ahkâm kesenler pek bir huzursuz.

Annemle dolu dolu bir program yaptık. İçinde tabii ki ailemizin en miniği Maya’da var. Öyle bir program ki bu, her aşamasında renk var, her aşamasında bir hareket ve heyecan var.

Önce işler bitiriliyor ardından bir kahve ya da güzel bir mekanda bir öğle yemeği.

Maya okuldan alınıyor. Kızıcık öyle heyecanlı ki, öğretmenine birkaç defa o gün onu anneannesinin alacağını bildirmiş bile. Bahçeye çıktığımız an sadece ve sadece anneannesine gösteri yapıyor, bana bakmıyor bile. Hatta beni onlardan uzakta tutacak bir program bulup mekandan uzaklaşmamı sağlıyor.

Aynı durum evde de geçerli. Anneanne Maya’nın minicik odasına davet edilip (“Ananeeeeeeee geeellllllll!” diye seslenilmesine davet denebilirse eğer), kapı sıkı sıkı kapatılıyor. Bana zaten yapacak iş bulmuş Maya: “Annecim sen işlerini yapabilirsin, biz ananeyle oynicaz!”

Yüzümde hafif bir gülümseme, onu o kadar iyi anlıyorum ki. Bir anne nasıl kıymetliyse, onun annesi sanki iki kat kıymetli oluyor. Onunla geçirilen zaman hiç bitmesin istiyor insan. Ben bu hissi çok ama çok iyi biliyorum.

Akşam Maya ile yemek programı, bızdığı en sevdiği mekan Alkent Mezzaluna’ya götürüyoruz.

Bir akşam da ana kız baş başa sabun köpüğü “Sevgililer Günü” isimli filme gidiyoruz. Oh ne güzel bir kaçamak 🙂

Bizim ailede annemin tarafı ağırlıklı kız çocuk dünyaya getirmiş. Anneannem, ardından annem, ardından ablam Nilgün, onun kızları Amy ve Lydia, ben ve şimdi de Maya. Erkek çocuk nedir çok bilmiyoruz, en azından ailenin bu bölümü olarak. Eminim onun da çok keyifli yönleri vardır gibi politik bir cümle yazacağım buraya ki erkek çocuk anneleri üzerime gelmesinler 🙂

Hamileliğim boyunca bebeğimizin sağlıklı olması tabii ki temel istek idi. İnsan bunu uzun uzun düşünmüyor, doğal olarak sağlıklı bir çocuk istiyor. Bilinçli olarak istediğim “kızımız” olması idi. İşin ilginci bu konuda yalnız değildim. Mengü de aynı şekilde kız çocuk istiyordu. Erkek olsaydı mutsuz mu olacaktık? ASLA! Ama hani vardır ya insanın aklından geçen ama pek de dile getirmeyi uygun bulmadığı, çekindiği, yanlış anlaşılmaktan korktuğu şeyler. İşte bu da öyle bir şeydi bizim için. Allah gönlümüze göre verdi.

İşte şimdi ben bunun tadını çıkartmaya başladım, pek çok kız annesi gibi. Kızımla paylaşımlarımız gittikçe artmaya başladı. Baş başa kitapçıya gidip, kitabımızı seçtikten sonra, ben kahvemi o portakal suyunu içerken sohbet edebiliyoruz. Baş başa uçak yolculuğu yapıp, anneanne ve dedeye gidebiliyoruz. Yol boyu konuşup şakalaşıyoruz. Birlikte jimnastik yapıp, dans ediyoruz. Ve tüm bunları yaparken, gözümde onun daha da büyümüş, genç bir kadın olmuş hali canlanıyor. Aynen annemin anneannemle ya da benim annemle yaptığım gibi paylaşımlar giderek artıyor, nesilden nesile akıyor.

Peki erkek anneleri ne yapsın? Erkeklerin paylaşım şekilleri eminim farklı oluyor. Bir süre sonra eşleri doğal olarak daha ağır basıyor. Ama akıllı ve kendine güvenen erkek anneleri kollarını oğullarının seçtiği eşlere açıyor, onları bağırlarına basıyorlar. Ve biliyor musunuz ne oluyor? Oğullarından uzaklaşmayı bir tarafa bırakın, tam tersine bir kız annesi oluyorlar birden bire. Üstelik hazır geliyor ellerine. Yeter ki bazılarında olan “gelinle yarışma” içgüdüsünü bir tarafa itebilsinler.

Buna en iyi örnek benim Meral Annemdir (valla bu yazıları okuyor diye yazmıyorum.) Üç erkek çocuk, üç gelin. Biz gelinler “titrek” adımlarla onunla ilk tanıştığımızda o bize kendinden emin tavrı, gülümseyen yüzü ve iki yana açılmış kollarıyla geldiğinde, zaten tek yapmamız gereken o kollara kendimizi bırakmak olmuştu. İlk adım bu kadar sıcak olunca zaten ilişkinin geleceği de belirlenmiş oluyor. Ondan sonra ne oluyor biliyor musunuz? Evet bildiniz!
O üç tane “kızım” diyebileceği gelin, bizler de “anne” diyebileceğimiz yakınlıkta hissettiğimiz bir kayınvalide kazanmış oluyoruz.

Maya’ya hamileyken kahyınvalidem bana “Mothers&Daughters;” isimli minicik bir kitap hediye etti, “Seni kızım olarak gördüğüm için benden sana. Sen de kızıcığına verirsin” diyerek.
Kitapta anne-kız ilişkileri ile ilgili pek çok tanınmış kişinin sözleri var. Özellikle bir tanesi bana çok hoş gelmişti. Sizlerle paylaşmak isterim. Olduğu gibi yazmak istedim, anlamı değişmesin diye.

Lyn Lifshin’den: The relationship between a mother and her daughter is as varied, as mysterious, as constantly changing and interconnected as the patterns that touch, move away from, and touch again in a kaleidoscope.

Bana çocukken verilen en kıymetli hediyelerden biriydi kaleydoskop. Günler boyu bu renk cümbüşünü izlemiştim.

Ve şimdi düşününce gerçekten de çocuklarımızla ilişkilerimiz de bu kadar renkli, bu kadar farklı, bu kadar değişken ama bir o kadar da birbirine bağlı.

Çevirin kaleydoskopunuzu, daha da iyisi bızdığınıza bir tane hediye edin, kendisini ve sizi orada bulmasını isteyin. Bakalım o neler görecek…

Babası Ve Kızı Baş Başa

“Nefes alabilmek” başlıklı yazımda bahsetmiştim: Maya babası ile baş başa tatil yapmak istiyordu. Bu konuda çok da ısrarcıydı. Babasını gördüğü her an, onu elinden tutup buzdolabımızın üzerindeki takvimden ne zaman seyahatin gerçekleşeceğini göstermesini istiyordu.

Israrlara dayanamayan baba, işyerinden gelen tüm itirazlara rağmen işinden iki gün izin aldı ve muhteşem ikili baş başa yola çıktılar.

Tabii bu yolculuk öncesi son dakika karar alındığı için (hiç bana göre değil ama eşim spontane programları pek bir sever), Abant mı olsun Kartepe mi sorusuna hızla karar vermek gerekti. Zira sömestr tatili olduğu için her yer dolu idi. Neyse zar zor Abant’ta yer bulundu da bizimkilerin yolculuk rotası belirlenmiş oldu.

Kar yağıyor, hava soğuk. Bizim bızdığın pek öyle kalın ekipmanı yok. Tabii iş anneye düştü. Hemen bir çift kar botu alındı (babaanne olaya destek verip kar botlarını hediye etti – yaşşşaaa babaye), akabinde kot pantalonla donma ihtimali olan yavrumuzun huzuru için kar kıyafetleri kayaktan anlamayan annesi tarafından aranmaya başlandı.

Bir kez daha kayağın ne kadar pahalı bir spor dalı olduğunu, bunun ötesinde ne kadar fazla detayı olduğunu görmüş kaymamaya tekrar karar vermiş bulunuyorum. Bizim bızdıklar için bir kere tek pantalon satılmıyor nedense. Genelde 6 yaş üzeri tek pantalon vardı benim baktığım yerlerde. Size satış elemanları mont + tulum gösteriyorlar. Fiyatlar uçmuşşşşş… Çocuğumun Abant’ta dışarıda donmadan vakit geçirmesini istediğim için yutkunup en hesaplıcasından bir takım aldım.

Neyse, akşamın bir vakti hala rezervasyon kontrol edip (her zaman acaba daha iyi bir yer bulur muyuz düşüncesiyle kıvranıyoruz), eşya toplamaya çalışıyoruz ki sabah vakit kaybı olmasın. Kızımız öyle heyecanlı ki, benimle müthiş bir uyum içerisinde ne istersem istediğim parçadan, hatta ne olur ne olmaz diye fazlasıyla getiriyor.

“Mayacım bu kadar çorap yeter canım. Yok yok bu kazak fazla oldu. Sadece iki gün nasılsa, iki kazak yeter”

Bu arada herkese babasıyla 10 gün tatil yapacağını söylüyor. Bunu duyan arkadaşımız Selin, Maya’ya dönüp “Annen (sensiz) ne yapacak?” demiş. Maya gayet rahat ve umursamaz bir şekilde “Ne isterse onu yapacak!” diye cevabı yapıştırmış. Zamane çocuğu ne olacak… Her şeyi bilmen lazım mı… Benim de güzel planlarım var elbette, iki gün sadece benim 🙂

Neyse valizi hazırlandı. Üzerine baba eşyalarını koyacak. Bu arada kızıcık hummalı bir şekilde ekstra eşya hazırlıyor: oyunlar, bir takım kopmuş kağıtlar, birkaç araba,… Hepsini itinayla seçtiği kocaman naylon torbanın içine koyuyor.

“Mayacım bunlar da mı gidecek?” diyorum yüzümde hafif bir gülümseme – çaktırmamak lazım olayın komikliğini ve onun bu hallerine güldüğümü.

“Evet, bunlar bana lazım” diyor.

Belki sabaha vazgeçer diye üstelemiyorum. Eskiden olsa hemen unuturdu, büyüdükçe unutmuyor bunlar. Gün geçtikçe bizim hafızalar yok olurken, onlarınki giderek daha kuvvetleniyor.

Akşam zar zor uyuyor bızdık.

Sabah erkenden ayakta! Çok heyecanlı. Kahvaltı bile edemiyor. Geç kaldık, geç kaldık… En çok söylediği cümle bu. Çok gülüyorum çok.

Neyse kahvaltılar ediliyor, eşyalar arabaya yükleniyor. Arkalarından su dökücem, elimde Maya’nın Ben10 bardağı. Mengü gözlerimde hüzün işareti arıyor. “Niye gözlerin doldu?” diyor muzip bir ifadeyle.

“Yoo gözlerim falan dolmadı ki” diyorum.

Oysa garip hisler içerisindeyim, hem çok mutluyum iki gün onlar mutlu ben mutlu diye, hem de bir endişe, yoldan korkuyorum. Ailenin “control freak” diye adlandırılan, aslında son derece mantıklı detaylara dikkat eden annesi olarak, kontrolümün dışında ay pardon yani benden uzakta olacakları için az biraz huzursuzum.

“Sakın telefonlarına yolda cevap verme, dikkatin dağılıyor” diye kocamı uyarıyorum. O da bana nazlanıyor “Kızını merak ediyorsun di mi? Niye ben işe giderken böyle uyarılarda bulunmuyorsun bakalım?!”

Neyse sonunda iki kafadar yola çıkıyorlar, ben de arkalarından Ben10 bardağımla su döküyorum.

Gözler hafif ıslak “Allah ayırmasın” gibi normalde telaffuz etmeyeceğim bir cümle çıkıyor ağzımdan. Sonra hemen yapmam gereken işler listemle hızlı bir program yaparak koşturmaya başlıyorum.

Seyahat çok güzel geçmiş. Yalnız Maya daha köprüye gelmeden, “Geldik mi?” diye sormaya başlamış. İlk gün kar yokmuş Abant’ta fakat ertesi gün bol kar olunca bütün günü dışarıda aktivitelerle geçirmişler. Atların çektiği kızağa binmeden, dev kardan adam yapmaya kadar pek çok keyifli an yaşanmış.

İlk gün beni aradıklarında, otelde 5:00 çayındalardı baba kız.

Ertesi akşam eve gelebildiklerinde saat 10:00’du, yollar karlı olduğu için. 5.5 saat arabada olan iki insana göre gayet keyifli görünüyorlardı. Kızıcık eve gelir gelmez, nazını yapmaya başladı, kucağımdan inmedi.

Keyifli bir tatilden sonra en güzeli insanın sıcacık evine ve anne kucağına dönmesi olsa gerek 🙂

Buradan tüm babalara duyuru: kocam herkese öneriyor böyle bir tatil. En önemlisi de cır cır konuşan eşinden “nefes almış” oluyormuş 🙂

Konuk yazar olup kendi ağzından bu minik kaçamağı yazmasını istedim. Belki bir gün…

Kariyer De Yapamam, Çocuk Da!

Size birkaç itirafta bulunmam gerekiyor. Gülebilir, dalga geçebilir, garip suratlar yapabilirsiniz, yeterki ben bilmeyeyim 🙂

Birincisi ben eskiden çocuk sevmezdim. Çünkü onlarla iletişim kuramazdım. Nasıl iletişim kurabileceğimi bilemediğim için bön bön bakardım onlara. Onlar da bunu hisseder (zeki çocukların hali başka oluyor) bana çok kötü davranırlardı. Gerçekten! Şaka yapmıyorum. Zavallı, beceriksiz ama arkadaşça yaklaşımlarım hep hüsranla sonuçlanmıştır.
Onun için bir mekana girdiğimde çocuk görürsem en uzak noktaya oturmaya çalışırdım, uçakta kazayla yakınımda çocuk varsa en mutsuzu bendim (hala tek başıma seyahatlerde bu özelliğim çok da değişmedi) ya da bir arkadaşımın çocuğu varsa onun anlattıkları beni inanılmaz bayardı.

Çok yakın bir arkadaşımın heyecanlı eşi, çocuğun nasıl doğduğunu gayet görsel bir biçimde izah ettiğindeki yüz ifademi görseydiniz, bu kadın hayatta çocuk falan doğurmaz derdiniz.

İkinci itirafım ise safçana bir insan olmam. Neden mi? Çünkü hamilelik dönemimde de aralıksız devam ettiğim ve çok sevdiğim işimden kızım için ayrılacağım bir gün bile aklımın ucundan geçmedi. Saftım saf! Canım ne olacak, kariyer basamaklarını tırmanmaya devam ederken, çocuğumu da bal gibi yetiştiririm. Hem benim işimde öyle kaçta girdin kaçta çıktın gibi garip denetlemeler yok. İşini düzgün yaptığın sürece, müşteri memnuniyeti de tamsa, programını sen belirle. Hem çocuk hem kariyer yapabilmek için ideal bir ortamdan bahsediyorum değil mi?

DEĞİL İŞTE EFENDİM.

Kim çıkarttıysa bu inancı bence bizi kafalamak için ve daha da kötüsü suçlu hissettirmek için yapmış.

Evet çocuklu pek çok müdür, şirket sahibi, sanatçı, pop star, politikacı var ama o çocukları kimin yetiştirdiğini hepimiz tahmin edebiliyoruz. Bu yanlış mı? Böyle bir şey iddia edemem, kimsenin de etmemesini öneririm.

Yalnız elimizi yüreğimize koyalım ve basit bir matematik hesabına gidelim isterseniz:

Gün: 24 saat

Çocuğun gece uyuması gereken saat süresi (yaşına göre değişse de): 10 saat

Kalan uyanık zaman: 14 saat

Annenin işte olduğu süre (yolu falan da ekliyorum): 10 saat

Kalan süre: 4 saat

Anne eve geldikten sonra üzerindeki iş stresini atması, eşofmanını giyip sakin anne konumuna geçmesi için gerekli olan süre (anne huysuz ve gergin bir tip değilse): 30 dakika

Kalan süre: 3 saat 30 dakika

Yemek hazırlığı için gerekli süre: 20-30 dakika

Kalan süre: 3 saat

Çocuğun banyosu için ayrılan süre: 20-30 dakika

Kalan süre: 2 saat 30 dakika

Çalan telefonlar, kapı vs ile ilgili ilgi dağılımı: 20 dakika

Kalan süre: 2 saat 10 dakika

Bu yaklaşık bir hesap ama doğru da olabilir. Çocuğunuz ödev yapma yaşına da geldiyse bir de ödev için 30 dakika ayırın. Kaldı mı size 1 saat 40 dakika! Ne çok, ne çok! Nasıl geçecek bu süre?

Evet çok hainim ama durum böyle gerçekten. Çocuğunuzla baş başa kalabileceğiniz topu topu 100 dakikalık sürenizde hangi birini yapacaksınız? Oyun mu oynayacaksınız, okulda ya da o gün evde neler olup bittiğini mi anlamaya çalışacaksınız, peki eğitim nasıl gidiyor, biraz evde boyama, puzzle vs., sonraaa şu benim uyarı aldığım serbest oyun zamanını da unutmamamız lazım, hani çocuk kendi oyununu kuracak, siz de onun yanında misafir sanatçı olarak oturacak ama pür ilgi olayı takip edeceksiniz.

Bence çok zor.

Sonuç ne oluyor ben size söyleyeyim: bitap bir anne, annenin yorgunluğu nedeni ile kendine düşen azardan payını almış bir baba, tatmin olamamış bir çocuk…

Onun için arkadaşlar hem çocuk, hem kariyer aynı anda olmuyor günümüz Türkiyesinde. Dünyada olabiliyor mu o da bir soru işareti.

Ama bu bir seçim tabii. Kimsenin kendisini suçlu hissetmemesi gerekir aslında. Fakat biz anneler sosyal çevre ve en başta yakınlarımız tarafından öyle suçlu hissettiriliyoruz ki anlamak mümkün değil. Düşene bir de sen vuracaksın misali.

Çocuğun uğruna işinden vazgeçsen, karşına dikilir “Aaaa kariyerinden mi vazgeçiyorsun? Ev kadını mı olacaksın?” derler yüzlerinde ekşi bir ifade.

Evine yardımcı tutup, bütün gün toplantıdan toplantıya koşsan, bir de üzerine iş seyahatleri binse bu sefer kaşlar havaya kalkar “E tabii çocuk böyle olur. Anne hiç ortada yok ki, kadınların elinde büyüyor çocuk” derler.

Yani bu konuda kazanmak mümkün değil.

İşin ilginç tarafı bu lafları edenler de genelde kadınlardır. Kadının düşmanı kendi hemcinsi oluyor çoğunlukla. Karşısındakini kötüleyip, kendini daha matah bir şey mi gösterdiğini düşünüyor bilemiyorum ama sistem böyle yürüyor.

Tabii bütün bunlara ek olarak ayrı bir anne türü var: çalışmamayı seçmiş, evinde bir yada iki hatta ve hatta bazen üç yardımcısı olan fakat yine de tüm gününü çocuksuz uğraşlarla (sosyalleşme de denebilir) doldurup, çocuğuna göstermelik, genelde başka insanların da dahil olduğu aktiviteler (kurslar, çocuk doğumgünleri, arkadaşlarla evde toplanma, sinema, tiyatro, alışveriş merkezlerini turlama, vs.) organize eden bir tür. Bu tür anneler özellikle büyük şehirlerimizde görülseler de, daha küçük şehirlerde görülme oranları hızla artmaktadır. Bu cinsle karşılaştığınızda kaçmanızı öneririm 🙂

Sonuçta çok çeşitli yaşam biçimleri ve seçimler var. Bu tabii ki seçimi yapan kişiyi/aileyi ilgilendirir. Yani bana “Sana ne kardeşim!” diyebilirsiniz.

Fakat lütfen bana “Kariyerim de tam, çocuğum da tam” demeyin. Çünkü buna ben bile inanmam artık. Kariyerinizi ilerletmek için nasıl emek vermeniz gerekiyorsa, nasıl işinizin başında olmanız gerekiyorsa ve üstelik verdiğiniz emekten fedakarlık etmeniz, kariyerinizin sonu demek oluyorsa, aynı paralelde çocuğunuzla da ilişkiniz doğumdan sonra başlıyor ve onu ilerletmek ya da geriye gitmesine sebep olmak yine sizin ellerinizde. Her ikisi mükemmel olarak O-LA-MI-YOR. Lütfen kendimizi kandırmaktan vazgeçelim artık.

Ben Farkında Olmadan

Evet sonunda korktuğum başıma geldi arkadaşlar! Yavaş yavaş yitirdiğimi hissettiğim hafızam tamamiyle beni terk etti. Bu elektromanyetik alanlar (Nikken ürünleri kullanınız… dınnn dınnn reklamlar), kirli hava, sentetikler, hormonlu gıdalar, hızlı yaşam falan derken ben de tamamiyle hafızamı kaybettim.

Ha ne diyordum ?

Evet hafıza kaybı… Nasıl mı anladım? Kızım sağolsun.

Vallahi çocuk dediğiniz şey pek bir faydalı. Adeta doğal bir check-up imkanı sunuyor size. Neleri neleri kaybettiğinizi keşfediyorsunuz. Kafayı zaten yemiştim ama hafızam daha bir süre benimle kalır diye düşünüyordum. Eh, bakmış ki bu hatunda pek bir eğlenceli taraf kalmadı, memleketin hali zaten kötü bana eyvallah demiş ve gitmiş, bir elveda bile demeden.

Sadece hafıza mı demiştim? Kızımın tabiri ile “görme organımı” da yitirmiş bulunuyorum sevgili dostlar. Evet, evet… Halbuki daha yeni göz kontrolünden “hafif derece astigmat” teşhisiyle çıkmış lay lay lom dolanıyordum.

Tüm bu keşifler geçen gün Maya sayesinde oldu. Bir baktım kendi kendine konuşuyor. Ne diyor acep diye kulağı kabarttım – annelerin tek kulakları neden diğerinden daha uzundur sorusunun cevabını da bu şekilde vermiş oluyorum – aaaa çocuk biriyle konuşuyor. Hem de gayet mantıklı, “karşılıklı” oyun falan kurdular. Sonra Maya onu azarladı. “Olmaz öyle şey! Şöyle yapacaksın, bak bi daha gösteriyorum, öfff çok sıkılıyorum” dedi.
Derken ayağa kalktı, içeri gitti konuşa konuşa. Beni hiç tınmadan, görmeden (yoksa anlık bir görünmez kadın durumu mu oldu diye de düşünmedim değil) içeri odasına gitti. Hummalı bir çalışma ve hareket, bir sohbet bir sohbet…

Benimle değil, o kişiyle.

Sonra bana geldi. “Anneee Maya’ya söyler misin pijamasını giysin.”
Önce sevindim tabii yaşasın kızım beni görebiliyor diye.
Sonra, “Ne dedin Mayacım?” diye sordum. Sesini karşısında sağır biri varmış gibi yükselterek az önce söylediğini tekrar etti.

“Peki canım sen kimsin?”

“Ben senin oğlunum!”

“Aaa öyle miiiii?” (Eyvah çocuğum garip şeyler söylemeye başladı…)

“Peki bu oğlumun adı ne?”

“Gofret!” (Bu arada Gofret Maya’nın IKEA’dan aldığımız sevgili köpeğinin ismi. Neden benim oğluma bir köpeğin ismini uygun bulduğunu bilemiyorum)

“Haa Gofretcim Maya şimdi nerede?”

“İçeride ama benim söylediğimi yapmıyor. Lütfen sen onunla konuş anne.”

Bu konuşma böyle sürüp gider. Çok baymayayım sizleri.

Oğlum Gofret yaklaşık 2-3 haftadır bizimle. Kendisi zaman zaman yaramazlık yapıp, kızım Maya’yı kızdırır. Ama bazen de Maya Gofret’i bıktırır. Sonuçta olaya benim müdahale etmem gerekir. Bazen Maya, bazen Gofret banyo yapmak istemez, oyunu bozar, etrafı dağıtır, akşam geç yatmak ister. İki yaramazla işim zor anlayacağınız.

Çocukların hayali arkadaşları olur derlerdi. Bizimkinde yok diye düşünürken galiba bize de hayali bir oğul geldi. Maya ona kardeşim diye hitap etmediği için ben de kızıma duyduğum saygıdan ötürü sadece “hayali oğlum” diyorum. Bu hayali durumlar çocukların hayal gücünün ne kadar geniş olduğunun bir göstergesiymiş. Başka bir şey anlaşılmasın…

Şimdi bu yazıyı okuyan aile büyükleri, “Hah, bak biz size kaç zamandır söylüyorduk artık ikinci çocuk zamanı diye. İşte şimdi Maya’da söylüyor. Çocuk kardeş istiyor tabii, geç bile kaldınız. Defnecim zaten senin yaşında…” falan demesinler lütfen.
Her şeyin bir zamanı var. Bu zaman hazır olma zamanı – nasıl hazır olunuyorsa…

Ama önemli değil bizim zaten bir kızımız bir de oğlumuz var. Maya yalan söyleyecek değil ya…

Bir Hocanın Ardından

Yeni tanıştığım bir kişi bana hangi okuldan mezun olduğumu sorduğunda aklıma üniversiteden ziyade ilk olarak ortaokul-lise dönemim gelir ve gururla “Tarsus Amerikan Koleji” derim. Bu cümlenin devamında çoğu zaman karşımdaki kişinin okulumdan bir ya da daha fazla tanıdığı çıkar ve ortak bir tanıdık olup olmadığını keşfetmeye çalışırız.

Klasik bir diyalogdur :

“Sinan’ı tanıyor musun?”

“Hangi dönem?”

“Sanırım ’92 mezunu. Bir de Zeynep vardı onun arkadaşı, aynı dönemden.”

“Haaa evet evet hatırladım tabii…”

Böyle gider konuşma ve zaman zaman ortama, karşımdaki yeni kişiye ısınma, ilk sıcak temas okulum sayesinde olur.

Her zaman gurur duydum TAC‘li olmaktan. Mezunlar dergimizin bu ayki yayını için kimya öğretmenim ve aynı zamanda okulumuzun eski bir mezunu olan Sayın Erdoğan Kaynak benden bir yazı istediğinde önce ne yazsam diye düşünürken, bilgisayarın başına geçince bir nefeste iki sayfa döşenmiştim.

Bu yazıda vurguladığım nokta bir insanın ilk gençlik yıllarını geçirdiği okulunun nasıl karakterini şekillendirebileceği ve TAC‘nin bana kattıkları ile ilgiliydi.
Şimdi de bir anne olarak, çocuğu için aynısını istiyor ama değişen sistemler ve elimdeki seçenekler içerisinde şaşkın dolanıp duruyorum. Sonuçta aradığım Maya’nın okul yıllarını mutlulukla anabileceği, hayata bir adım ileride başlayabileceği, gideceği yönü bilerek ve isteyerek seçecek vizyonunun olabileceği, sıkı sıkı elinden tutacak dostlukların oluştuğu bir ortam. İşte bunları yazmıştım dergideki yazıda.

Bu günün konu başlığı “Bir hocanın ardından…”

TAC‘nin hocaları akılda kalır. Her biri kendine has yapısı ve yaklaşımı ile öğrenciye bir şeyler katar. İşte bu öğretmenlerimizden birini, biyoloji öğretmenimiz Sayın Ahmet Halil’i çok yakın zamanda kaybettik. Bu kaybın 1989 mezunları arasında duyulmasını takiben, biyoloji öğretmenimizle yaşanan enstantaneler paylaşılmaya başlandı. Ben de size bir öğretmenin 20 senelik mezunları için ne kadar unutulmaz olduğunu göstermek ve yaşanan komiklikleri, hatırlanan anları sizlerle paylaşmak istedim. Umarım sizi sıkmam. Neden bu konu ilginizi çekebilir emin değilim. Bazen neden olmadan da yazılır yazılar sanırım…

** Oğuz :
Cengiz’le Çağatay’a tart verdirmişti 2 gün. Çağatay Cengiz’den kopya çekiyor diye. Sonra da Cengiz’den özür dilemişti.

Bir de idrarda şeker testi meşhurdu. İdrar örneği veren kişilerden birini kurban seçip, idrarına bal ekleyip, ders boyunca ‘Allah Allah nereden çıktı bu şimdi, vah vah, ailende kimsede şeker var mıydı evladım?’ diye babacan bir edayla sorardı.

** Neşe :
Kasmadan öğrendiğim tek dersti biyoloji, hocayı da dersi de sevmiştim bu yüzden…
Hoca konuları kitaptaki sıraya göre anlatmazdı… Bir gün geldi derse, bir sinirle gürledi sınıfa “Birinizin suratında, sırıtmanın emaresini görürsem yakarım!!!” dedi. Ya ne oldu derken, döndü tahtaya yazdı konuyu “Chapter 18: Reproduction!”
Sonra sıraları çektirdi sınıfın ortasında yuvarlak bir düzen oluşturdu, dipdibe oturduk kızlı erkekli, dersi dibimizde anlattı hoca! Hayatımın en ciddi dersiydi.

** Ahmet :
Ahmet Halil Hoca orijinal bir öğretmendi, seven sevmeyen herkes katılır eminim ki. Tebeşir atardı ulaşamayacağı yerde ses yapan, konuşan olursa. Çenesi düşükler hatırlarlar. Dersleri heyecanla anlatırdı, o yüzden biyolojiyi sevdim. Ahmet Halil’i de tabii ki. Ben biyoloji odasında cam tarafında 3. sırada otururdum, yanımda da Murat. Bir keresinde Murat’la fiskos konuşuyoruz, ama Murat belli ediyor, kıkırdıyor. Ahmet Halil de kendi ders anlatışına gülüyor sandı. Buna bir soru patlattı, Murat da bildi. Bildi ama gülmeye devam etti. Ahmet Halil tebeşiri fırlattı, tutturamadı, bir tane daha. O da başkasına isabet etti. Bu arada sinirleri tavan yapmıştı. Fırladı sıraya Murat’ın yanına geldi, önünde durup buna Kıbrıs’ı gösterdi. Eskiden kulaktan havaya kaldırmaya Kıbrıs’ı göstermek derdik 🙂
Ben hep muhabbetle hatırlayacağım Ahmet Halil Hoca’yı.

** Hakan :
Camın ısıyı iyi ileten bir madde olmadığını anlatmak için elindeki test tüpü sanki çok sıcakmış gibi yapıp sonra Cem’e verdi. Cem de eli yanacak zannedip test tüpünü yere attı. Ahmet Halil’de bunu bahane bilip Cem’e küçük çaplı kızdı ve camın esasında iyi bir iletken olmadığının altını çizdi.

Bir ilkbahar günü sınıfta en arkalarda oturuyordum. Ahmet Halil domatesin meyve mi sebze mi olduğu konusunda polemikli bir ders anlatıyordu. Ortaya bir domates ve bir salatalık çıkardı ve kendi masasının üzerinde bunları kesti. Henüz yeni mevsime giren ve (şimdi daha iyi anlıyorum) organik olan bu domates ve salatalık öyle güzel koktu ki,ta arka sıraya kadar koku geldi. Müthiş şekilde canım çekti ve öğle yemeğinde salata vardır inşallah diye diye yalandım durdum.

** Mete :
Ahmet Halil: “Bana sıcak kanlı bir hayvan söyleyin.”
Hasan: “Ejderha!”

** Defne :
Ben de Hasan’a hep takıldığını hatırlıyorum. Hatta bir derste gece boyunca sindirim sisteminin çalıştığını, organların işlevini gece boyunca devam ettirdiğini anlatmak için Hasan’a sormuştu: “Sabah uyanınca ilk iş ne yaparsın?” Hasan “Yüzümü yıkarım.” İstediği cevabı alamayınca devam ederdi: “Başka ne yaparsın?” Hasan sürekli başka şeyler söylüyor gittikçe de kızarıyor… En sonunda Ahmet Halil patlamıştı: “Çiş yaparsın oğlum çiş !”

** Sedat :
Renkli kişilikten unutmayacaklarım :
“UYYY” demesi, zırt pırt sözlü yapması,her Cuma deney yapmamızı, sağdan direksiyonlu arabasını,…

Biliyorum çok uzun oldu bu yazı ama eminim daha pek çok kişinin pek çok hatıraları var Ahmet Halil Hoca ile. Huzur içinde yat hocam, bak anlatacak ne çok anımız var…

0 Km. Bakımınızı Yapıyor Musunuz?

0 km bızdıklar‘ın ilk yazılarında nasıl arabamızın bakımını düzenli bir şekilde yapıyorsak, nasıl arabamıza uygun yakıtı almaya dikkat ediyorsak, bızdıkların yakıtlarının da üretime uygun olması gerektiğini vurgulamıştım. Yani vücutları için faydalı olanı yedirmek ve buna alışmalarını sağlamak biz ebeveynlerin görevi.

Zor bir görev aslında. Çünkü iş sadece bir listeye bağlı kalmakla bitmiyor, kendi alışkanlıklarımızı da gözden geçirip filtre etmemiz gerekiyor. Çocukların beslenme alışkanlıkları 0-6 yaş arasında oluşuyormuş. Yani tabii ki 6 yaştan sonra da pek çok faydalı ya da zararlı alışkanlık edineceklerdir ama damak tadı, vücudun çalışma ritmi, istekleri 6 yaşa kadar şekilleniyor. Bu da bizlere bayağı görev düşüyor demek.

Maya’nın ilk katı gıdalara geçiş sürecinde doktorumuz Hilal Hanım, bana evde şekersiz reçel hazırlamamı önermişti. Savunduğu nokta şu idi: bizler reçeli şekerli yemeye alıştığımız için alternatifini yadırgıyoruz. Halbuki bebekler, şekersiz reçele de pekala alışabilirler. Ben de onun her dediğini yapan, çocuğunun doktoruna sadık bir anne olarak, hemen evde denemeye başladım. Elma rendelenir, bir cezve içinde azıcık su ile, kısık ateşte iyice yumuşayana kadar pişirilir. Sonuç: bence FE-LA-KET! Yani “tadı tuzu” olmayan sıcak bir elma püresi… Kızıcığım da o an için benimle hemfikirdi.

Örnek bir anne olsaydım, kendi alışkanlıklarımı bir tarafa bırakır, kızıma tekrar tekrar bu doğal reçeli denetirdim, sevip sevmediğinden emin olana kadar. Çünkü malum bizim bızdıklar bir şeyi ilk defa denerken olaya gayet şüpheci yaklaşıyorlar.
Ama ben de hataları ve sevaplarıyla yaşayan bir anne olduğum için, bu doğal şekersiz reçel denememi rafa kaldırdım.

Neyse diyeceğim o ki, bu çocuğunu sağlıklı besleme işi çok da kolay değil. Çünkü öncelikle bizler zaten her zaman doğru bir örnek teşkil edemiyoruz.

Aynı şey spor için de geçerli. Ben de eşim de sporun insan hayatının tam göbeğinde yer alması gerektiğine inanıyoruz. Pek çok aktivite olamasa da sporun düzenli şekilde yapılmasının tartışmasız vücut için inanılmaz faydaları var. Ama onun da ötesinde sosyal anlamda ve bir çocuğun gelişiminde, kafa yapısının oluşmasında aklımıza gelemeyecek derecede gerekli düzenli spor. (Bu arada sağlık uzmanları sporcuların spor, diğer kişilerin egzersiz yaptığını vurgulayıp duruyorlar son zamanlarda. Yani spor müsabaka yapılan ortamlarda geçerli bir terim, diğeri benim gibi yarışma hırsı olmayanların kullanması gereken bir terimmiş…)

Nasıl beslenme konusunda örnek teşkil etmek bazen zor oluyorsa, spor konusunda da bence milletçe sınıfta kalıyoruz. Spor bizde lüks gerçekten. Buna ben de inanıyorum. Spor merkezlerine verdiğimiz paralar düşünülürse, pek çok kişi sırf bundan ötürü vazgeçiyor olabilir. Yine de bu bir bahane olabilir mi? Deniz kenarında yapılan günlük yürüyüşler, düzenli olarak ormanda koşmak ya da bisiklete binmek, pek çok sitede var olan havuzlardan faydalanmak, ip atlamak, merdiven inip çıkmak, DVD karşısında pilates yapmak,… Bunların o kadar da masrafı yok sanırım. Bir Amerika klasiğidir, alışveriş merkezlerini turlamak. Şort ve tişörtünü giyen, özellikle ileri yaştaki kişiler günde yarım saat yapması gereken yürüyüşünü, havanın çok sıcak ya da soğuk olduğu zamanlarda alışveriş merkezlerinde yaparlar. Yani niyet olsun, bir çözüm mutlaka geliyor.

Bizde ise durum nasıl? Mazeretler sıralanıyor hemen…

“Ay hayatım hiç vaktim yok, evin alışverişi, çocukların okulları falan derken gün akıp gidiyor”

“Şimdi bugün arkadaşlarla buluşucaz, yeni kuaföre gittim, spora gidemem”

“Sabah işe git, akşam yorgun işten çık, hiç halim olmuyor”

“Seni çok takdir ediyorum gerçekten. Kar kış demeden gidiyorsun spor merkezine. Ay ben yapamıyorum gerçekten, hep bir şey çıkıyor…”

ve daha niceleri…

Gittiği alışveriş merkezinin ücretsiz otoparkı varken, arabasını valet görevlilerine vermeyi alışkanlık haline getirmiş bir halk olarak tabii ki spora vakit ayıramayız. Bu valet hizmeti bizde öylesine yaygınlaştı ki, evimizin yanındaki Tansaş bile bu hizmeti veriyor uzun zamandır. İşin garip tarafı tam karşısında da ÜCRETSİZ KAPALI OTOPARK var. Anlamak mümkün değil. Arabasını kapalı otoparka güvenle bırakan müşteri, Tansaş’a girdikten sonra (tek sorun caddeyi geçmesi herhalde) alışveriş paketleri çoksa orada çalışan bir sürü personelden birinin yardımı ile ta arabasına kadar paketlerini taşıtma şansına sahip. Ama buna bile üşenen halkımız marketin valet hizmetini kullanıyor !!!

Bu tarz örnekler gittikçe çoğalıyor. Ve biz ebeveynler çocuklarımıza nasıl bir resim çiziyoruz? Sosyal aktivitelere vakit ayırmak önemli (şovlar, tiyatrolar, arkadaş toplantıları, doğumgünü partileri,…) ama hareket sadece belirli yerlerle sınırlı. Markete bile gidersen arabanı en az yürüyeceğin şekilde bırak, en yakın mesafeye bile arabanla git, alışveriş merkezinde giriş kapısının iki adım mesafesinde yer bulabilmek için 40 tur at, ters yöne gir, sana yanlış yolda olduğunu işaret eden kişiye küfür et, paketlerini mutlaka başkasına taşıt,…

Bızdıklarımız çok iyi birer gözlemci. Neyi görürlerse onu yapıyorlar ve benimsiyorlar. Bu kadar çok sayıda küçük obez ya da kalp hastası olmasındaki tek suçlu hormonlu besinler değil diye düşünüyorum. Hareketsizlik en büyük düşmanımız. Ve maalesef bunu bizler yaratıyoruz. Biz ve bizim anlamsız bahanelerimiz…

Yeni senede hem biz hem de bızdıklar daha çok hareket etsek.. Hem biz kuvvetlensek onları daha da yükseğe zıplatabilsek, hem onlara sağlıklı bir altyapı oluşturmaya başlasak, ne dersiniz?

Yaşamın Özü : Duygular
Yaşamın Özü : Duygular

Sözlükte “duygu” kelimesine baktığınızda karşınıza çıkan anlamlardan biri “kendine özgü bir ruhsal hareket ve hareketlilik” olarak görünüyor. Yani aslında bir kişiyi diğerlerinden farklı kılan özelliklerden biri de karşılaştığı olaylar ile ilgili hisleri, hatta olayları algılayış biçimi, yaşama bakış açısı. Peki bu farklılıkları kişiler özgürce dile getirebiliyorlar mı? (more…)