Tam Gaz Okuma Günleri



Evet, Perşembe okuma saatimizin üçüncüsü gerçekleşti. O kadar keyifliydi ki. Bu sefer de başarı ile dört kitabı tamamlayabildik.

Maya benim ön hazırlık durumuma iyice alıştı. Okunmak üzere seçilmiş kitaplar, bir iki gün önce eve geliyor. Deneme tahtam Maya. Yatağımıza kurulup açıyoruz kitapları. Bir de normalde yatmadan iki kitap okurken, okuma günü öncesi dört bazen beş kitabı dinlemesi gerekiyor. Hiç şikayetçi değil bu durumdan tabii.

Bakıyorum yan gözle okurken, acaba içlerinde sıkıldığı olacak mı diye. Şimdiye kadar hiç olmadı. Yalnız bu provaların sonunda büyük sorun yaşıyoruz. “Anne şunu, şunu bir de şunu alalım bu sefer.” diye taleplerde bulunuyor. “Şunu,şunu ve şunu” yerine “Şunu” da anlaşmaya çalışıyorum ben de…

Fakat bana yardımcı olduğu için de pek bir gururlu. Herkesten önce o gün neler okunacağını biliyor diye de pek havalı 🙂

Üçüncü okumamızla artık yavaş yavaş kimlerin gelebileceğini tahmin edebiliyorum. Müthiş bir keyif. Gözlerindeki ışıltıdan ne kadar isteyerek geldikleri belli.

Ama arada sürpriz yüzler, tanımadıklarım da oluyor, o da ayrı bir heyecan. “Kim bu bızdıklar? Nereden duydular acaba?” diye düşünmeden edemiyorum yüzüme yayılan gülümsemeyi toparlayamayarak…

Bir de Maya’nın okulundan gelen arkadaşları beni okulda gördüklerinde “Bugün okuma var mı?” diye sormaya başladılar mesela. Yani okuma saatini hevesle bekliyorlar. (Yipppuuuuuuuuuuuuuuuuuu!!!)

Ne kadar iyi bir şey yaptığımızı onların yüzüne bakınca daha iyi görüyorum.

Üşenmeyip bızdıklarını Sihirli Sayfalar’a taşıyan (ya da gönderen) annelere de bir defa da buradan teşekkür etmek istiyorum.

Perşembe günü okuduğumuz kitaplardan biri Russel ve Kayıp Hazine idi. Okuma saatinin ardından Ayşe miniklere birer Russel yaptırdı hem de kitap ayracı şeklinde. Çok güzel oldu, hepsi de gayet başarıyla yaptılar.


Aaaa hepsi derken aslında hata yaptım. Minik bir kitap kurdu aktivite yerine kitap okumaya devam etmeyi seçti. İşte aşağıda kanıtım 🙂

Ooooh ne keyif!

Kızıcık okuma sonrası bir yerlerde yemek yemeye fazla alıştı. Bir de bazen ben yetmiyorum, illa arkadaş istiyor kendine. Neyse bu sefer Ekin’i kandırdık da, o da annesi ile bize katıldı. Minikler pek bir sosyalleştiler.

Bu Perşembe cici kitaplarımız, keyifli aktivitemiz ile Sihirli Sayfalar’dayız. Hepinizi bekliyoruz 🙂

Özel?

Özel kelimesinin sözlük anlamını bilir misiniz? Şöyle geçiyor:
1.Yalnız bir kişiye, bir şeye ait veya ilişkin olan. 2.Bir kişiyi ilgilendiren veya kişiye ait olan, hususi

Peki siz özel hayatınızı gerçekten koruyabiliyor musunuz?

Ben bazen korumakta çok zorlandığımı görüyorum. Kendim paylaşmak istediğim durumlar hariç, özellikle evlendikten sonra sosyal anlamda kişilerin evlerde olup bitenlerle fazlasıyla ilgilendiğini farkettim.

Herkes yaptığı yorumlar ya da sorduğu sorular hakkında o kadar rahat ki, farkında olmadan ben de aynı hatayı yapacağım diye çok korkuyorum!

Evet, bu özellikle evlendikten sonra artıyor. Nedenini tam anlayamadım ancak işin içine çocuk girdiği için olsa gerek, iş toplumu ilgilendirir bir hâl alıyor.

Kimse sizi sokakta durdurup, “İşe başlayalı bir sene oldu. Ne zaman terfi edeceksiniz?” diye sorma ihtiyacı duymaz ama sizin bir senedir evli olduğunuzu duyan kişiler hemen “Bebek ne zaman?” demekten çekinmezler.

Herkes bir bebeğin yeni bir aileye katacağı güzelliklerden bahseder durur. Ailelerin çocukları için genelde en büyük hayali, özene bezene yetiştirdikleri yavrularının kendilerine uygun bir eş bulup evlenmesi ve tez zamanda bir bebek dünyaya getirmesidir. Toplum da büyük bir aile olsa gerek ki, alakalı alakasız herkes özel sandığınız hayatınızla ilgili yorum yapma hakkını kendinde görür.

Herkeste bir telaş, bir acele. Evlendik ya, e hadi bakalım bu kadar rahat gezip tozmak, saltanat sürmek yeter. Niyet ne zaman? İlk gariplik burada aslında. Bu kadar özel bir konunun neden hiç çekinilmeden dile getirildiğini hâlâ çözebilmiş değilim.

Her ağzını açanı püskürtme metodları geliştirirsiniz en nihayetinde, eğer bizim gibi “özel” kelimesinin ne demek olduğunu biliyorsanız. Bazen de kişiler tam tersine her adımı anons ediyorlar. “Düşünüyoruz” ile başlayıp “Denemeye başladık” ile devam eden cümleleri sık sık duyuyorum. Bence mahsuru yok, eğer onlar için yoksa. Yeter ki benden aynı şeffaflığı beklemesinler. (Aslında belki de sistemle mücadele etmektense teslim olmak en hayırlısı, onlar doğrusunu yapıyorlar belli ki.)

Derken siz de doğanın gereklerini yerine getirip hamile kalırsanız, eşinizle önemli bir karar arifesine geldiniz demektir.

Kimi kişi hamile olduğunu öğrendiği an üç haftalık bebeğini herkese duyurmayı seçer. Eğer bizim gibi, “Aman dur bakalım kalıcı mı gidici mi? Şu üç ayı atlatalım da öyle söyleyelim” diye tedbirli davranmayı seçiyorsanız, vay halinize. Bir kere saklamak çok zor. Herkes zaten gözünüzün içine bakıyor “Ne zaman, ne zaman..” diye. E bir de alkol almamaya başlıyorsanız, çeşitli bahaneler uydurmak lazım. Her buluştuğunuzda mideniz bozuk olamaz ya. Ya da sık sık uykunuzun gelmesi, bazı kokuların durduk yere sizi rahatsız etmeye başlaması. Hepsine uygun bir açıklama lazım. Yani müthiş bir yaratıcılık istiyor bu iş. Yaaa kolay mı sandınız?

Neyse bu badireyi atlatıp, ilk üç ayın sonuna başarı ile geldiyseniz, bu sefer gerekli duyuruları yaparken size kızanlar olacaktır, haberiniz olsun. “Aaa üç ay da beklenir miymiş. Onlar ilk ayın sonunda söylemişlermiş. Neymiş efendim bu böyle saklamak…” Tek kelime söyleyeceğim, anlayacaksınız ne demek istediğimi: ÖZEL!


Bu kaosu da atlattıktan sonra hamilelik döneminin kalanı var önünüzde. Herkes bir yorum yapar, karnınızın görüntüsünden, kilo durumunuza kadar. “Senin karnın biraz sivri, kesin erkek (yoksa kız mıydı) olacak.” Ya da “Yüzün şişmeye başladı. Bu kız olacak. Kızlar annenin güzelliğini çalarlar.” (Yani çirkinleştim öyle mi?)

İşe devam edecek misiniz? Verdiğiniz cevaba göre bir yorum alırsınız mutlaka.

“İşe devam edeceğim, evi bir şekilde ayarlarım nasılsa.” deseniz, “Sen tabii şimdi anlamıyorsun bir bebeğin sana nasıl bir sorumluluk getireceğini…” tarzında bir yorum gelir.

Ya da “İşi bırakıp bebeğimin tadını çıkaracağım” diye cevaplarsanız bu soruyu, o zaman da “Ama bu kadar emek verdiğin kariyerini kesip atacak mısın? Bizim zamanımızda böyle yardımcı falan yoktu ama şimdi öyle mi…” diye cevap gelir.

Geçenlerde yeni tanıştığım bir hanım ne iş yaptığımı sorduğunda, az biraz eksiklenerek geçmişte yaptıklarımı sıralama ihtiyacı duydum önce. Yani “Ben eskiden harika bir iş kadınıydım aslında, şimdi böyle olduğuma bakmayın” demek istiyorum kendimce, nedense. Sonra da Maya’nın doğumunu takiben, daha part time bir şeyler yaptığımı, evden çalıştığımı anlattım. Kendi de aslında zamanında benim gibi bir seçim yapmış olmasına rağmen, dudaklarını büzüp, “Ama ben çocuğum 3 yaşına geldiğinde çalışma hayatına geri döndüm. Her kadının mutlaka yaptığı işe geri dönmesi lazım!” tarzında bir cevap yapıştırarak, kendini benden daha farklı bir seviyeye oturtmanın hazzını duydu.

Eskiden olsa bu tarz yorumlara kafa patlatırdım. Şimdiyse ne yaptığımı, niye yaptığımı, hedeflerimi net görebildiğim için olsa gerek, kafa sallayıp geçiştiriyorum.

Yorumların dışında bir de hamile olduğunuzda hiç tanımadığınız insanlar karnınıza dokunmaya başlarlar. Bu da enteresan bir yaklaşım değil mi? Parkta dolaşırken, karşıdan gelen bir adamın karnını okşama ihtiyacı hiç duyar mısınız? Ama bir kişi hamile olunca onun karnı herkese açık oluyor sanki.


Doğum anına kadar pek çok kişi kendi zorlu ve sizi endişelendirebilecek hikayelerini paylaşırlar uzun uzun. Kimse sizin o an bunları dinlemek istemediğinizi düşünmez nedense. Askerlik hikayeleri gibidir aslında hamilelik ve doğum hikayeleri. Anlatırken biraz biraz da eklenir üzerine, daha da duygusal anlamda yoğun olsun, anlatımı daha keyifli olsun (anlatan için) diye.

Gündelik yaşamınız sorgulanır, ne yiyorsunuz, hareket ediyor musunuz? Az mı hareket ediyorsunuz, çok mu? Tatlı istiyorsanız kız, ekşi ya da tuzlu istiyorsanız erkek doğacaktır kesin. Ultrasonla bakmaya ne gerek var?

Yanlış anlamayın, yakın çevrenizle bunları bir sohbet ortamında konuşmak farklı, sorguya çekilirmişçesine hakkınızda konuşuluyor olması daha farklı.

Doğumu takiben, evde bebeğinize bakım şekliniz yeni bir tartışma konusudur. Emziriyor musunuz? Emzirmiyor musunuz? Çok sevdiğim bir aile büyüğümüz bizi ziyarete geldiğinde Mayacık kısa sürelerde sık sık acıktığı için, sürekli emziriyordum. Bir, üç, beş derken hem bana acıdığı için, hem de görüntü sinirine dokunduğu iç
in olsa gerek, “Eee yeter yahu. Yedi bitirdi kızı!” diye Maya’ya kızmıştı 🙂

Bebeğinizi kucakta tutmanın yanlış olduğuna gönülden inanan bir grup, sizi esefle kınar, çocuğu “kucağa alıştırdığınız” için.

Öte yandan hayatınızda ilk defa tanıştığınız bir kişi, o esnada bebeğiniz çok ağladığı için hemen teşhisi koyar: bu bebek kolik.

Ya hijyen? Bebeğinizi korumak için gelen gidenden ellerini yıkamalarını isteseniz alınabilirler diye artık kıvranır durursunuz. Önceden planlar yapar, nasıl söylesek de alınmasalar diye çeşitli senaryolar geliştirirsiniz.

Yeni bir anne olarak zaten yeterince endişe ve bilinmez yaşayan biriyseniz, sadece ve sadece olumlu cümleler duyma ihtiyacınız ve sizin zamanlamanıza uyulma arzunuz başkaları tarafından algılanılamayabilinir. Artık özel diye bir şey kalmamıştır. Artık bir bebek vardır ve o bebeğin iyiliği için, herkes kendi uygun gördüğü sistemi empoze etmeye kararlıdır. Onlar da size böyle yardım ediyorlar, neden kızıyorsunuz ki?

Ağrılarınızdan dolayı pijama giyip dolaşsanız, hemen toparlanmanız önerilir. Ne o öyle salkım saçak dolaşmak insanın kendi(!) evinde. Hemen toparlanıp sokaklara atsanız kendinizi, bu sefer de fazla rahat olmaktan dolayı eleştiri toplayabilirsiniz. Zor yani.

Kilo vermeniz, yedikleriniz, içtikleriniz hepsi birer tartışma konusu artık.

Sokakta gördüğünüz, tanımadığınız insanlar bile uzaktan bir yorum yapar: “Şapkasını takın bebeğin. Hava bulutlu ama yine de güneş yakıyor” ya da “Çok rüzgar var. Arabanın önünü kapatsanız…”

Sizin bebeğiniz adeta onların da bebeği.

Bildiğim kadarı ile Afrika kabilelerinden çıkış yapmış ve bu durumu gayet iyi özetleyen bir deyiş var: It takes a whole village to raise a child!

Çocuğun doğduğu an, özel hayatın bitişi demektir sevgili dostlar 🙂

Babalar Okuyor!


Ne yani hep anneler mi okuyacak?

Ya da anneanneler?

Ya da babaanneler?

Babalar neden bu keyiften mahrum bırakılıyor?

Almışız kontrolü elimize bırakmıyoruz.

Halbuki onlar ölüp bitiyorlar (!) bir şeyler yapmaya çocukları ile baş başa…

Hayâl mi görüyorum?

Belki de…

Ama neden olmasın?

“Cık cık olmaz canım. Hangi baba gelip de okuyacak?” demeden önce, bir durun ve düşünün.

NEDEN OLMASIN?

Çok mu zor? Hayır değil.

Çok mu vakit alıyor? Yarım saat çoksa evet…

Maliyetli mi? Pek değil, en fazlası birkaç kitap almaları gerekir bızdıklara, o da onların yalvaran bakışlarından kendilerini kurtaramazlarsa…

İşlerine engel mi? Olmasın diye Pazar gününe koyduk ya!

Erken mi kalkmaları gerekiyor? Asla! Sırf onları düşündüğümüz için saat 13:00 diyoruz. Ne kadar düşünceliyiz değil mi?

Peki topu topu yarım saatlik okuma için millet gelir mi ki? Bu soruyu aklınızdan geçiriyorsanız bile sakın dile getirmeyin!!! Cık cık cık…

Yine de böyle düşünenler olabilir diye hemen belirtmek isterim: okuma sonrasında Sihirli Sayfa’nın “Sihirli” Ayşe’si, harika aktiviteler düzenleyecek. Atık malzemeler kullanacaklar, boyayıp, kesip yapıştıracaklar. Neler neler yapacaklar. Malzemeler hem bol hem de en kalitelisinden olsun diye, bızdıklar rahat rahat kullansın diye Ayşe ufak bir ücret talep edecek, aktiviteye katılanlardan. Yanılmıyorsam 20 YTL gibi bir rakam olacak.

Efendim fikir nasıl oluştu?

Aslında benim bu Perşembe okuma saatlerime haklı olarak yoğun çalışan veya Bebek’ten uzakta oturan annelerden haftasonu talepleri gelmeye başladı. Ayşe’nin de babalı-çocuklu sanat aktivitesi projesi vardı. Biz de ikisini birleştirelim, gelen bızdıklara hem kitap okuyalım hem de isteyen okumayı takiben aktiviteye katılsın dedik.

Perşembeleri de okuma sonrası minik bir aktivitemiz oluyor ama onu daha kısa süreli tutuyoruz ne de olsa akşam saati, yemek, banyo zamanınının öncesi. Bızdıkları evlere çok da geç yollamak istemiyoruz.

Ama haftasonu bol vakit var. Rahat rahat kitaplarını dinleyip, sonra da aktiviteye katılabilirler.

İşte böyle efendim 🙂

İlk gönüllü babamız Mayacığın okulundan. Ona madalya vermeyi düşünüyorum. İlk olmak cesaret ister 🙂 Borkan Bey’e buradan da teşekkür ve tebriklerimi sunuyorum.

Özetle:

Bu Perşembe saat 16:30’da
Bu Pazar saat 13:00’te Sihirli Sayfalar’dayız.

Herkese bol kitaplı, bol keyifli bir hafta diliyorum 🙂

Bir Okuma Saati Daha Yaşandı
Bir Okuma Saati Daha Yaşandı

Ba-yı-lı-yo-rummmmm…

Neye mi?

Herşeye.

O günün sabahı karnımdaki kelebeklere…

Vakit yaklaştıkça kalbimin giderek yükselen sesine…

Aynadaki heyecanlı yüz ifademe…

Sihirli Sayfalar’a adım atarken adımlarımın hızlanmasına… (more…)

Paylaşmayı Öğrenmek

Yapılan araştırmalar paylaşmanın aslında insanın doğasında olmadığını, sosyal anlamda “öğretilen” bir şey olduğunu belirtir. Öncelikle biz ebeveynler çocuklarımıza paylaşmanın “güzel” bir şey olduğunu öğretmeye çabalarız.

Hatta onları zorladığımız anlar da olur. Onlar içinse eşyaları son derece kıymetlidir. “Senin oyuncağın benim oyuncağım. Benim oyuncağım yine benim oyuncağım” felsefesini benimsemiş çocuklara aksini anlatabilmek zor ve zaman isteyen bir çalışma sevgili dostlar.

Bu sadece çocuklar için böyle değil tabii. Bazen büyükler de paylaşmaktan çok haz etmiyorlar. Buna en güzel örnek – eğer seyrediyorsanız – Friends dizisinin bir bölümündeydi.


Gruptaki en çocuk kalmış karakteri canlandıran Joey’nin vazgeçemediği iki şeyden biri kızlar, ikincisiyse yemektir. Meşhur kız tavlama anlarından birinde, potansiyel kız arkadaş hayatının hatasını yaparak, Joey’nin kendisi için sipariş ettiği yemeğin tadına bakmak ister. Birkaç manevradan sonra başarılı olamayıp yemeğini kaptıran Joey, iyice sinirlenerek, “JOEY YEMEĞİNİ PAYLAŞMAZ!” diye bağırır ve tabii bu da ilişkinin sonu demek olur 🙂

Bizim ailede kıyafetler elden ele dolaşırdı. Anneannem anneme, annemden bizlere; büyük teyzem adaş kuzenim Defne’ye, ondan ablama ve en nihayetinde bana ulaşırdı elde ne varsa. Biz böyle elden ele dolaştırmaya çok alışık olduğumuz için hâlâ kullanmadığımız kıyafetlerimizi verecek uygun kişiler ararız. Kimisi almak istemez kullanılmış kıyafeti ya, (gerçi şimdi ikinci el mağazaları bile var) işte biz onlardan değiliz. Alışığız elden ele dolaştırmaya.

Bu da bir paylaşım yöntemi aslında ve çocuklarımıza öğretilmesi gereken bir davranış şekli. Şimdi ailemizin en küçüğü Maya’nın kuzeni Ceylin olduğu için, Maya her küçülen eşyasını Ceylin’e ayırıyor gururla. Çünkü bu Maya’nın büyüdüğünün bir göstergesi ve ailede artık en küçük o değil diye pek bir mutlu 🙂

Çok uzattım ama aslında gelmek istediğim nokta biraz bilgi aktarmak, herkesin işine yarar düşüncesiyle.

Artık kullanmadığım ve ailede de kimsenin ilgi göstermediği (İş tersine döndü, şimdi ben anneme ya da ablama verebiliyorum kullanmadıklarımı, hatta bazılarını babam bile kullanıyor!!! Nasıl olur demeyin oluyor, kocaman hırkalar falan tam ona göre) kıyafetleri toparlayıp Acil İhtiyaç Projesi Vakfı‘na gönderiyorum normalde. Onlar kıyafetleri ülkenin çeşitli illerinde ihtiyaçlı olanlara ulaştırıyorlar. Tabii sadece kıyafet değil, her türlü malzeme için gerekli ulaşımı gerçekleştiriyorlar. www.aipvakfi.org

Ancak bir grup eşyam var ki, inancım, bu vakıf aracılığıyla ulaştırılan kişilerin pek de işine yaramayacağı yönünde. Neler mi? Mesela tayyörler, eşimin takım elbiseleri, şık elbiseler, vs. Yani zamanında iş hayatımızda kullanmış olduğumuz, ancak senelerdir dolap bekleyen, öte yandan gayet iyi durumda olan kıyafetler. Hani insanın pek de kıyamadığı, kimselere vermeye elinin gitmediği eşyalardan bahsediyorum. Öte yandan eşyalar belli ki kullanılmıyor ve kullanılmayacak. Boşu boşuna dolapları doldurmaya devam edecek. Acaba nereye yollasam, kime versem diye düşünürken imdadıma İpekciğim yetişti. Onun sayesinde Marmara Üniversitesi‘nin dükkânından haberdar oldum.


Marmara Üniversitesi’nde yaklaşık 51,000 adet öğrenci varmış. Bu öğrencilerin büyük çoğunluğunun maddi imkânı çok iyi değilmiş. Bu nedenle destek amaçlı bir mağaza açmışlar okulun içerisinde. Bu mağazada ev eşyasından, kıyafete kadar her türlü bağışlanmış ürün satışta. Satışta derken fiyatlar 1.5 ile 5 TL arasında! Yani amaç alınan malın karşılığında bir ödeme yapılmış olması ki ben bunu çok mantıklı buldum.

Burada yine öğrenciler çalışıyor, maaş alıyorlar. Örneğin dersleri öğledensonra olan bir öğrenci sabah 09:00-12:00 arasında mağazada çalışıyor, ardından derslerine giriyor, hem de para kazanmış oluyor.

Eve çıkanlar için ev eşyası lazım oluyor, iş görüşmelerine gidecekler için takım elbise ya da güzel bir etek gerekebiliyor.

Gelen mallar elden geçiriliyor. Özellikle kıyafetlerde bazen kişiler ellerinde kullanılmayan ne varsa yolluyormuş. Bunlardan bazıları pek iyi durumda olmuyormuş. Onları ayıklıyorlar ve Darülaceze’ye yolluyorlar. Yani her türlü değerlenmiş oluyor eşyalar.

Kimler eşya yolluyor/getiriyor diye merak ettim. Gönüllü derneklerden, üniversite personelinden, öğretim görevlilerinden ve bizim gibi dışarıdan kişilerden eşya geliyormuş.

Sevgili eşimle topladık kullanmadığımız cicilerimizi, Marmara Üniversitesi’ne haber verdik (Tel: 0216-3383869 Dahili 148) Resmi araçla geldiler, kapımızdan aldılar. Avrupa yakasındakiler için haftada bir gün (Çarşamba) alım yapılabiliyor ancak Asya tarafı için çok daha hızlılar.

Hem eşyalarımızın başkalarının işine yaramasından, hem doğru bir adrese yollamış olmaktan ötürü mutlu olduk. Üstüne üstlük dolaplarımız hafifledi, gereksiz eşyalardan kurtulmuş olduk.

Siz de hafiflemeye ne dersiniz? Bahar da geldi zaten…

İmkansız(!) Periler

Geçen hafta peş peşe mailler gelmeye başladı, önce sevgili Begüm’den, ardından başka yakınlarımdan – “İmkansız(!) Periler…” kitabının satışı ile ilgili olarak.

Belki sizlere de gelmiştir, hatta kitap şu an evinizde okunmuş bitmiştir bile.

Bilmeyenler için baştan başlayayım:

Hepimizin saygıyla andığı, bu ülkede yetişmiş tartışmasız en kıymetli, en üretken insanlardan birisi olan Prof.Dr.Türkan Saylan hakkında, ölümünü takiben bir gazetenin yazdığı, insanın tüylerini ürperten, midesini bulandıran bir yazıya karşı bir protesto ve Sayın Saylan’ın bebeği Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği‘ne yardım amaçlı bir kampanya ile ilgiliydi gelen mail.

Bana düşen kitabı hemen almaktı. Öyle de yaptım. Kitap sadece D&R;’larda satılıyor. (Kitap dağıtımı için sponsor olduklarından olsa gerek.)

Bana düşen ikinci görev de sizlere 0 km.bızdıklar sayesinde bu duyuruyu yapmaktı. Onu da şimdi yapıyorum.

Benim burada üzerinde durmak istediğim, Sayın Saylan’a yapılan saygısızlıktan da öte, ne kadar kıymetli bir çalışma yapıldığından sizleri haberdar etmek aslında.

“İmkansız(!) Periler…” METRO Group liderliğinde okutulan 1,000 kız çocuğunun hikayesini anlatan bir kitap. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Sayın Türkan Saylan’ın yönlendirmesiyle ilk etapta 100 çocuğa destek vermeye başlayan METRO Group, kademeli olarak bu sayıyı 1,000’e çıkartmış.

Bu kitap ise, METRO çalışanlarının bu çocukları ziyaret etmesiyle oluşmuş. İşte o çocukların tek tek hikayesi, resimleri ve yaşadıkları derlenmiş toparlanmış, bizlere sunulmuş. Ben okudukça hem üzüldüm – çocukların bu kadar zor şartlarda yaşamalarına, hem de sevindim – ileri görüşlü, açık fikirli, onları destekleyen aileleri olduğu için.

Kitabın geliri ÇYDD’ne bağışlanacak. Eğer tükenmediyse hemen almanızı tavsiye ederim.

Kitabın arka kapağı da bence çok etkileyiciydi. Sizlerle paylaşmak istiyorum bir fikir vermesi açısından:

Hayat her pencereden farklı gösteriyor kendini bize…
Yeşil, kırmızı, tozpembe ve canlı renkler “imkânı” olanın her zaman yanında.

Peki, ya “imkânı” olmayanlar?

Onlar siyah ve beyaz arasında mahkûm bir hayat sürüyorlar…

Yokluklarla ve yoksullukla bezenmiş bir hayatın içinde imkânsız başarılar kazanan Perilerin hikâyesine şahit olacaksınız…

Aslında “imkânsız” denilen duygunun kendi içimizde yarattığımız bir perdeleme olduğunu anlayacaksınız…

Doğanın dengesine inat, zorluklarla mücadele eden ve her birinin ayrı masalsı hikâyesi olan İmkânsız(!) Periler… unuttuğunuz değerleri size tekrar hatırlatacak…

İşte yaşamın gerçek Perileri ve imkânsızı başarmanın hikâyesi…

Olgun Bızdıklar

Günlerden Perşembe. Defne sabah uyandığında içi kıpır kıpırdır. Acaba neden diye yarı uykulu hatırlamaya çalışır. Tabii ya, bugün 11 Mart Perşembe. Yataktan fırlar, üstelik bir dediğini iki etmediği Haluk Saçaklı‘nın verdiği “güne merhaba” egzersizlerini bile yapmadan (olacak şey değil!)

Aslında hâlâ üzerinde bir önceki gecenin sersemliği vardır. Nedeni ise yanında yatan kişi de gizlidir…

İsmi mi?

Maya! (Ne sanmıştınız acaba??!!)

Mayacık korkunç bir rüya görmüş ve direkt kendini annesi ve babasının yanına atmıştı. Üç kişinin sıkıştığı bir yatakta nasıl uyunabilirse işte o kadarlık bir uyku. Üstelik yatağa gelince Maya öyle hemen uyumaya niyetli değil. Her türlü komikliği yapıyor tam tersine. Burnunu annesinin burnuna sürtmekten, bacaklarını yatay bir şekilde yine annesinin üzerine atmaya, kıkırdamaktan, gümbür gümbür sesiyle çeşitli yorumlar yapamaya kadar pek bir aktif sabaha karşı saatlerde. İşin enteresan tarafı annesi de dayanamıyor onun bu hallerine, o da başlıyor kıkırdamaya, kızıcığını yumuşturmaya. Sıcacık fırından çıkmış ekmek gibi Mayacık. Tam yemelik.

Neyse böyle hareketli bir gecenin ardından, yine de o heyecan sayesinde hemen yataktan kalkabildi, 40’ına merdiven dayamış “genç” anne 🙂

Maya okula, anne işlerine. Bunlardan biri Sihirli Sayfalar‘a uğrayıp, okunacak kitapları bir defa daha gözden geçirmek, son detayları konuşmak. (Eskiden organizasyoncuydum ya, dayanamam, işim gücüm detaydır benim.)

İşte heyecanın nedenini anladınız değil mi?

DÜN KİTAP OKUMA SAATİMİZİN İLKİ GERÇEKLEŞTİ!

(Biraz romanımsı bir açılış yapayım dedim ama artık normal anlatımımıza dönebiliriz sevgili dostlar)

Çocukları bilmem ama bende bir heyecan bir heyecan. Arkadaşlar benimle dalga geçiyorlar. Ama ben bu işi çok ciddiye alıyorum, bir de ön ayak olmuşum, müthiş bir sorumluluk hissiyle bayılmak üzereyim.

Kaç kişi gelecek acaba? 20 kişi falan olursa zor olabilir, dikkat dağılabilir. Birbirlerini iterler çekerler falan… Ayyyy.
Ya az olursa? 1-2 kişi falan… O da çok az olur ama olsun başlangıç için iyidir.

Sonunda Maya’yı okuldan alıyorum. Sevgili arkadaşı Yasemin ile el ele, hep birlikte Sihirli Sayfalar’a geliyoruz. Daha kapıya ulaşma aşamasındayken Mert’in çığlığını duyuyorum içeriden “MAYAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAA!!!”
Maya’da bir çığlık atıp koşar adımlarla basamakları iniyor. Gören de aylardır birbirini görmemiş iki arkadaş buluştu sanacak. Az önce okul bahçesindelerdi. Ama okul dışında bir mekanda buluşmuş olmanın getirdiği heyecan var sanki.

O an endişelerim, kafamdaki vıdı vıdılar bitiyor ve sonraki anların tadını çıkartmaya başlıyorum.

Pıtı pıtı gelmeye başlıyorlar, anneleri ile bızdıklar. Nasıl şekerler, nasıl heyecanlılar. Çoğu birbirini tanıdığı için sohbet ediyor, kitapları karıştırıyorlar. Tabii ki annelerinden kitap ya da beğendikleri başka şeyleri almalarını istiyorlar. Yani anneler dün bayağı hafiflediler yaptıkları alışverişle yanılmıyorsam :))


Saat tam 16:30’da başladık, 10 tane minik dinleyici ile. Kendimize ait bir köşeye geçtik, etrafımız kitap dolu rengârenk. Önce Elmer ve Kelebek. Ardından Prenses Lilliperi. Bu kitabı okurken kafama Maya’nın prenses tacını taktım, çocuklara enteresanlık olsun diye.


Takar takmaz kızım kocaman sesiyle: “NERDEN BULDUN O TACI?” dedi hesap sorarcasına. Cevabı biliyor zaten… Bende en minik sesim ve sempatik halimle “Mayacım senin tacın ya bu” dedim ki iş uzamasın…

Bebek Koala Anaokulunda ve Kütüphanedeki Aslan diğer kitaplarımızdı. Kütüphanedeki Aslan’da çocuklardan yardım istedim, ben öyle aslan gibi kuvvetli kükreyemiyorum. Bana nasıl yardım ettiler anlatamam. Hepsi aynı anda aslan olup, tam da gerekli yerde bir kükrediler ki, dışarıdan geçenler bile duymuştur 🙂

Şunu belirtmeden geçemeyeceğim: bızdıkların hepsi inanılmaz olgundu. Belki çoğu böyle bir aktiviteye ilk defa katılıyordu. Fakat kitap okunurken sessizlik olması gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Kimse kimseyle itişmedi. Birbirlerini hiç rahatsız etmeden dinlediler, arada yorum yaptılar, arada istekte bulundular – bir dahaki okuma gününe ne okumam gerektiği konusunda öneriler getirdiler. Büyüklere örneklerdi, gerçekten.


Okurken onların değişen yüz ifadelerine bayılıyorum. Korkunç birşey okuyorsam, gözler faltaşı gibi açılıyor; üzülen Prenses Lilliperi’yi dinlerken ise neredeyse ağlayacaklar. Lilliperi güzel elbisesine kavuştuğunda ise hepsinin yüzü gülüyor.
Daha saatlerce okuyabilirim ama yarım saat onlara bol bol yetti.

Okumayı takiben Sihirli Sayfalar’ın sahibi Ayşe, onlara Elmer’lı bir boyama aktivitesi hazırlamıştı. Masaya geçildi ve hep birlikte boyamalarını yaptılar.

Ardından herkes evlere dağıldı. Biz küçük bir grup yandaki Kırıntı‘ya geçip, erken bir akşam yemeği yedik keyifle. Kırıntı gerçekten servis olarak çok başarılı. Ve çocukları da çok mutlu eden bir mekan (tabii dolayısıyla bizleri.)

Şimdi hedef bir de haftasonu, muhtemelen Pazar öğlen, okuma başlatmak. Bu konuda Ayşe’nin güzel bir fikri var: Pazar okumalarını babalar yapsın, anneler de biraz nefes alsın diyor. Gönüllü baba aranıyorrrrrrrrrrrrrrrr… Hadi bakalım 🙂

Haftaya Perşembe saat 16:30’da biz yine Sihirli Sayfalar’dayız. Bekleriz efendim 🙂

Bir Okuldan Ne Beklersiniz?
Bir Okuldan Ne Beklersiniz?

Mart ayı geldi! Bu ne demek? Neden önemli?

Hayır, hayır kedilerden dolayı değil…

Havadan dolayı da değil…

Tek kelime yazacağım anlayacaksınız: OKUL

Evet, Mart ayı okulların tanıtım ayı. İşte yine geldi. (more…)

Okuma Saati Başlıyor!

Kitap okumaya ba-yı-lı-rımmmmm… Gerçekten. Özellikle okul dönemlerimde yaz tatillerinden önce annemle evdeki kütüphanemizin başına geçer, o yaz okunacak kitapları seçerdik. Annem genelde dengeli bir karışım yaratmaya çalışırdı. İngiliz klasikleri seçildiyse, biraz da daha hafif okunacaklar aralara serpiştirilir, böylelikle sıkılmam engellenirdi.

Ve tüm yaz boyunca o kitaplar biterdi. Bazıları daha yavaş ilerler, bazıları neredeyse bir günde sonlanırdı.

Kitap kokusu çok özeldir benim için. Sayfalarını şöyle bir karıştırır, o kağıt kokusunu içime çekerim.

Hayat koşuşturması arttıkça okuma sürelerim kısalmaya başladı ama yine de hiçbir zaman bitmedi. Hâlâ başucumda yığınla kitap var, tek tek okunuyorlar.

Aynı alışkanlığı Mayacığıma da kazandırmak istiyorum. Minikliğinden beri kitap okuyorum ona. Artık pek çoğunu ezberlediği için, bazen o da hayali kardeşi Gofret’e kitap okuyor, bazen de ayılarına…

Kitapçılarımız da eskiye göre çok gelişti. Çoğunun çocuk bölümlerinde keyifli köşeler oldu. Oturup çocuğunuzla kitapları almadan karıştırma imkânı buluyorsunuz.

Ama hâlâ eksikliğini hissettiğim okuma saatine hiçbirinde denk gelmedim. Ben de iş başa düştü deyip, soluğu Sihirli Sayfalar‘da aldım. Sihirli Sayfalar nerede mi? Bebek’te. Bebek Parkı’nın tam karşısında cadde üzerinde, gizli kalmış bir yer. İçerisi harika. Sadece çocuklar ve gençler için kitap satılıyor. Çok keyifli bir mekân. Yazın Bebek Parkı’nda bızdıkları oynattıktan sonra, soluğu Sihirli Sayfalar’da alıyorduk arkadaşlarla.

İşte şimdi orada okuma saati başlatıyoruz. 3-6 yaş bızdıklar için her Perşembe saat 16:30’da başlayacak. Bızdıklar 20 dakika, maksimum yarım saat dayanıyor diye kısa tutacağız. Ardından isteyen orada daha da kalıp, kitapları keşfeder. İsteyen Bebek’te vakit geçirir, isteyen civarda birşeyler atıştırıp evine döner.

Haftaya ilki başlıyor. Bir heyecan kitapları seçtik. Okumayı ben yapıcam ama eş dost da söz verdi, onlar da destek olacak. Hep birlikte miniklere okuma sevgisini aşılamaya, doğumgünlerinde oyuncak değil de kitap almayı öğretmeye ne dersiniz?

Bence keyifli olacak, gelebilecek herkesi bekliyoruz !

Tam adres :
Cevdetpaşa Cad. 31/A, Bebek
Midpoint’ten sonra Kırıntı’yı görüyorsunuz. Biraz daha Arnavutköy’e doğru yürüdüğünüzde işte size Sihirli Sayfalar. Karşınızda Bebek Parkı kaydırakları.

Renkli Çakıl Taşları

Geçenlerde çok sevdiğim, genç bir yakınım akşamın ilerleyen saatlerinde beni aradı. Sesinde bir heyecan, bir çaresizlik… Hoşbeşden sonra, bekliyorum acaba asıl paylaşmak istediği nedir diye.

“Defne Abla, bizim okulun dergisine ‘Kişisel Gelişim’ hakkında bir yazı yazmam gerekiyor. Ama ne yazacağımı bir türlü bilmiyorum. N’olur aklınıza gelen şeyleri bana mail olarak atar mısınız?”

Yüzümde bir gülümseme belirdi. Ben de o yaşlardayken(ahhh ah gençlik, buu huuuuu),bu tarz alışılmışın dışında projeler ya da talepler hem beni çok heyecanlandırır, hem de panik olmama sebep olurdu. Kendi varlığımı bir şekilde gösterebileceğim, düşüncelerimi paylaşabileceğim, insanların dinleyeceği bir ortam ya da okuyacağı bir yazı hem müthiş bir heyecan kaynağı, hem de karın ağrısı olarak bende barınırdı.

Aradan seneler geçince insan bir şekilde, herhalde birikimler de arttığı için, konuları daha rahatlıkla irdeleyip, ifade edebiliyor.

Kişisel gelişim…

Nedir gerçekten? Ne kadar geniş bir konu değil mi? Tek cümle ile özetlemek mümkün değil.

Kişisel gelişim aslında bebeklikten başlayan ve son nefesle ancak tamamlanan bir şey.

Minicik bir bebeğin ilk birkaç senesindeki gelişimi daha fazla fiziksel boyutta olsa da, tabii ki iletişimi de hızlı bir şekilde gelişmekte. Ancak özellikle daha ilerleyen yaşlarda, öncelikle ebeveynlerin katkısıyla edinilen tecrübelerin her biri, iyi ya da kötü, minik çakıl taşları gibi bardağı doldurmaya başlıyor.

Okul hayatı, sosyal çevre, sunulan imkânlar, kişinin yaşadığı şehir ve ülke, karakterinin kendine has olmasıyla yönlendiği ilgi alanları ve daha burada sayamadığım pek çok unsur aslında kişisel gelişimin bir parçası.

Benim en çok ilgimi çeken ise burada hobilerin yeri. Neden mi? Çünkü hobiler insanın kendisinin bilinçli olarak yönlendiği konular. Diğerleri genelde ya kontrolümüz dışında olan etkenler, ya da farkında dahi olmadığımız bir süreçte elde edilenler.

Hobiler ise her şekle bürünebilir, herkes tarafından elde edilebilir, yaratıcılığı zorlar, kişinin gelişimine maksimumda katkı sağlar, zor zamanlarda imdada yetişir, mutlu olduğunuzda paylaşılarak çoğalır, başkalarını da mutlu eder. Onlar bana göre bardaktaki renkli çakıl taşları.

Belki meraklı bir tip olmam, belki yenilikleri denemeye pek bir hevesli olmam, belki de macera arayışım, çeşit çeşit kurslara katılmama neden oldu. Makyaj mı istersiniz, hem yurtiçi hem yurtdışı eğitimler aldım. Yemek pişirmek? Bayılırım ders almaya. Zaten üniversitede başlayan turizm ve otel yöneticiliği aşkım, mutfakta ve barda tecrübelerimle pekişince önüme gelen kursa katıldım diyebilirim. Şarap tadımı ve kursu mu var? Koluma bir arkadaşımı takmışım, ben oradayım. Her yere de birilerini sürüklemezsem olmazzzzz…
Dans? Evet evet bayılırım dans etmeye. Hele de Latin olursa. Mundo Latino severek dans dersleri aldığım bir yerdi mesela. Önce kendi başıma, sonra sevgili eşimin katılımıyla.
Tatile gittiğim mekanda sanat atölyesi mi var? Onu da deneyelim. Peçete kullanarak gayet basit bir teknikle yaptığım resim, şu an ailemizin yazlık evinde asılı durumda.

Başka?

Suda jimnastik? Evet evet spora mutlaka eklenmesi lazım.

Ve son aşkım. Flower designing. Sevgili Sezen’in atölyesinde, onunla baş başa yaptığımız çalışmalar sadece gözüme değil, ruhuma da hitap ediyordu. Adeta bir terapi kıvamında. Hâlâ da devam etmeye çalışıyoruz, zor ayarlansak da 🙂

Şimdi bunları okuduğunuzda bana iki farklı yorumda bulunabilirsiniz.

Birincisi doyumsuz ya da maymun iştahlı.

İkincisi çok yönlü, denemeye açık.

İlkini diyorsanız seyrek görüşelim lütfen :)) Şaka şaka…

Sözlükte “hobi” kelimesinin karşısında “görev ve meslek dışında severek yapılan, dinlendirici, oyalayıcı uğraş” diye yazıyor.

Benim de bugüne kadar yaptıklarım, gerçekten meslek edinmeyi düşünmeden, ilgimi çeken konularla tanışmış olmayı ve kendime standart hayatımdan bir paydos verip, bambaşka bir ortamda bulunabilmeyi hedefliyordu.

Etrafıma baktığımda kişilerin hobi ve meslek kelimelerini karıştırdığını düşünüyorum. Bu belki her kişinin hayalinin kendini çok çok mutlu hissettiği bir işinin olması. İşe giderken mutluluktan uçması, hatta yolda “canım işim, canım işim” diye şarkı söylemesi.

Size acı bir haber vereyim: bu sadece bir HAYAL!

Hemen bir açıklama getirmek isterim bu yorumuma, insan sevdiği işi yapabilir ama o yine de iştir ve beraberinde pek çok sorumluluk getirir. Kendi işinizse 24 saat aklınızdadır. Kâr etmeniz gerekir, elemanlarınıza karşı sorumluluklarınız vardır, müşterilerinize karşı daha da büyük sorumluluklarınız vardır. Başarılı olmak elzemdir. Rekabet ortamında benzerleriniz arasından sıyrılmanız gerekir. Ve bunu her gün yapmanız gerekir. Vazgeçemezsiniz, bırakamazsınız.

Bir müessesede çalışıyorsanız eğer, bu sefer oranın kurallarına uymak gerekir. Maaşınız bellidir. Yine müşterilerinizi ve bu sefer patronunuzu da mutlu etmeniz gerekir. İş arkadaşlarınızla iyi geçinmek çok önemlidir. Çalışma ortamına ve saatlerine mutlaka uymanız gerekir.

Gerekir de gerekir…

Bilmem anlatabiliyor muyum? (Bu cümleyi hafif Doğu şivesi ile söyleyince komik oluyor… Deneyin…)

Halbuki hobiler öyle mi? Para kazanma ya da kazandırma derdi olmayınca, nasıl da keyifli bir hâl alıyor yapılan çalışmalar.

Ancak bizde kopyacılık maksimumda. Başka hiçbir ülkede belki bu kadar çok yoktur. Herşeyi taklit ediyoruz. Zaten en güzel taklit çantalar da Türkiye’de yapılıyor. Sadece bu bile bir gösterge.

Birisi bir konuda başarılı mı? Hemen “Aman canım ne var ki, ben de yaparım. Zaten çiçekleri de ucuza alıyorlar. İki ders alsan hemen kendi kontaktlarını kullanıp organizasyonlara çiçek tasarlayabilirsin.”

Kardeşim, o kişi bunu meslek edinene kadar neler yaşamış? Ne eğitimler, ne tecrübeler, ne fedakârlıklar, nasıl bir yatırım, neler neler. Ne olur benim yaptığım çalışma sadece bir hobi olarak kalsa? Kime, ne zararı var?

Yapılan işe saygı duymaktan çok, küçümseyip, sonra da aynısını yapmaya çalışıyoruz toplum olarak. Sen de farklı bir şey yap. Olmaz mı? Ama öylesi zor. Yapılanı kopya etmek çok daha kolay.

Milletimin hobisi yok bu nedenle. Çünkü hobileri mesleğe çevirmeye çalışma derdinden kimse yaptığından hoşlanmıyor ki… Bir telaş, bir acele. Kopyalamaya çalışıyoruz her beğendiğimizi, sonra da ondan para kazanmaya çalışıp, tüm güzelliğini, tüm saflığını yok ediyoruz.

Öncelikle hobi edinmeyi öğrenmemiz lazım. İşte kişisel gelişim ancak bu şekilde renklenecek. Her bir hobi farklı bir renk katıyor bize. Ve biz çok renkli, çok keyifli, paylaşabilecek konusu fazlasıyla olan, hayattan zevk alabilen insanlar haline geliyoruz. Yaşımız ilerleyip, iş hayatından elimizi ayağımızı çektiğimiz dönemde de hobilerimiz imdadımıza yetişiyor, bir yaşam şekli olarak karşımıza çıkıyor.

Zamanında denizciliğe merak sarmış bir kişi, yelkenlisi ile dünyayı dolaşabiliyor. Çiçek işine kendini vermiş bir diğeri, bahçesini kendi donatıyor rengârenk çiçeklerle. Onların nasıl yetiştirildiğini torununa gösterebiliyor, paylaşabiliyor.

Seçilerek edinilmiş her bir deneyim, insanı daha kuvvetli kılıyor, geliştiriyor, taşlar üst üste ekleniyor.

İşte kişisel gelişim bu bence. Her yerden edinilen tecrübeler, bilgi akışı. Ama en önemlisi hobilerimiz ve onların bize en başta manevi anlamda kattıkları.

Mutluluğu başkalarının yaptıklarında değil de kendi yapabildiklerimizde bulduğumuzda, daha renkli kişiler olacağımız kesin. Sırf bu sebepten belki de okullarda “hobi edinmek” başlıklı bir ders olmalı ki bizim bızdıklar hobi edinmenin önemini tecrübe ederek öğrensinler. Malum herşeyi okullardan bekliyoruz ya… Bizlerden hayır yok, bunu da okullar versin çocuğa… (Çok manidar oldu ama bu da başka bir yazının konusu sevgili Dostlar)

Hepinize kucak dolusu renkli çakıl taşları…

İşte kişisel gelişim bu bence. Her yerden edinilen tecrübeler, bilgi akışı. Ama en önemlisi hobilerimiz ve onların bize en başta manevi anlamda kattıkları.

Mutluluğu başkalarının yaptıklarında değil de kendi yapabildiklerimizde bulduğumuzda, daha renkli kişiler olacağımız kesin. Sırf bu sebepten belki de okullarda “hobi edinmek” başlıklı bir ders olmalı ki bizim bızdıklar hobi edinmenin önemini tecrübe ederek öğrensinler. Malum herşeyi okullardan bekliyoruz ya… Bizlerden hayır yok, bunu da okullar versin çocuğa… (Çok manidar oldu ama bu da başka bir yazının konusu sevgili Dostlar)

Hepinize kucak dolusu renkli çakıl taşları…

İşte kişisel gelişim bu bence. Her yerden edinilen tecrübeler, bilgi akışı.Ama en önemlisi hobilerimiz ve onların bize en başta manevi anlamda kattıkları.

Mutluluğu başkalarının yaptıklarında değil de kendi yapabildiklerimizde bulduğumuzda, daha renkli kişiler olacağımız kesin. Sırf bu sebepten belki de okullarda “hobi edinmek” başlıklı bir ders olmalı ki bizim bızdıklar hobi edinmenin önemini tecrübe ederek öğrensinler. Malum herşeyi okullardan bekliyoruz ya… Bizlerden hayır yok, bunu da okullar versin çocuğa… (Çok manidar oldu ama bu da başka bir yazının konusu sevgili Dostlar)

Hepinize kucak dolusu renkli çakıl taşları…