Bir Okuldan Ne Beklersiniz?

Mart ayı geldi! Bu ne demek? Neden önemli?

Hayır, hayır kedilerden dolayı değil…

Havadan dolayı da değil…

Tek kelime yazacağım anlayacaksınız: OKUL

Evet, Mart ayı okulların tanıtım ayı. İşte yine geldi.

Ocak ayı içerisinde yazdığım “Siz daha üniversite kararı vermediniz mi?” başlıklı yazımda da belirttiğim gibi, bu okul işi bir gerginlik nedeni. Stres diz boyu. Üstelik daha sadece 3, bilemediniz 4 yaşındalar.

Memleketimdeki garip sistemler, devlet okullarının gerek eğitimci kalitesi, gerekse sosyal faaliyetler anlamında yetersiz kalması ve tabii bununla birlikte büyük bir kitlenin özel okullara yönelmesi olayı arapsaçına döndürmüş durumda.

Eskiden (ben de artık resmen yaşlandım, neredeyse her cümleye “Mirim bizim zamanımızda böyle miydi…” diye başlayacağım) en yakın okul en iyi okul şeklinde ilkokula hepimiz yakınımızdakine gittik.

Benimki Mersin’de, oturduğumuz semt Pozcu’da, evime yürüme mesafesindeydi. Üstelik çok da eğlenceli bir yürüyüş rotası yaratmıştım kendime. Mahalledeki tüm kedileri apartmanımızın altındaki minik bahçede süt ve ekmek ile beslediğim için, beni okula yolcu eden kedilerim vardı. Özellikle bir tanesi, tekir olan, benimle yarı yola kadar tin tin tin yürürdü, kuyruğu dik bir şekilde.

Sonra sırayı o nefis bahçeli evdeki muhteşem, dünya tatlısı yavru kurt köpeği alırdı. İsmi Andy idi. Kendinden büyük dik kulakları vardı. Nefis bir yüzü, ıslak siyah bir burnu. Hâlâ gözümün önündedir. O benim arkadaşımdı. Mutlaka onun için cebimde bisküvilerim olurdu. Okula giden diğer öğrenciler Andy’i kızdırır, onu havlatırlardı. Tam o sırada ben gelir, direkt kapıya gider, parmaklıklar arasından elimi uzatır, onu sevmeye başlardım. Hemen sakinleşirdi. Yoldan geçen büyükler hep beni uyarma ihtiyacı duyarlardı: “Aman kızım dikkat et, çok vahşi(!) bir hayvan bu. Seni ısırır sonra!”

Bense hayvanı kızdıran insanların ondan çok daha vahşi olduğunu düşünürdüm için için.

Derken okulun tam önünde elmaşekerci amca vardı. Çok çirkin bir adamcağız olduğunu hatırlıyorum. Bir de kocaman, kıpkırmızı elmaşekerlerini… Elmaşekerci adam benim için o kadar rahatsızlık verici derecede çirkinmiş ki, muhtemelen okulla ilgili bir sebepten dolayı üzülen ablam Nilgün’ü “Nilgüncüm üzülme, bak elmaşekerciye de benzeyebilirdin” diye avutmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Yani hayatta olabilecek en kötü şey, o adama benzemekti benim için, o küçük aklımla.

Ve okulumuz, Barbaros İlkokulu. Öğretmenim muhteşem bir insandı, Yüksel Lokmanoğlu. Geçtiğimiz senelerde kendisini kaybettik, duyduğumda içim cız etmişti.

Diyeceğim o ki, böyle basitti hayat, en azından 4. ve 5. sınıfa kadar. O yaşlara gelindiğinde hummalı bir çalışma başlıyordu ama sadece tek imtahan için. Buna göre devam ederdik ortaokul-lise hayatımıza.

Şimdi ise durum bir hoş. 8 sene olmuş ilköğretimden ötürü, herkes çocuğu için en uygun okula karar verme aşamasına neredeyse doğar doğmaz geliyor. Etrafımdaki anne ve babalar, ne zaman bir araya gelsek bu konuyu konuşuyorlar. Her çocuk doğumgününün ilk konularından biri.

Benim için stres kaynağı bu konuşmalar. Neden mi? Çünkü yorumsuz bilgi gelmiyor insanın önüne. Herkes kendi beğendiği yöntem ya da seçimin doğruluğunu adeta karşısındakine (ve belki de kendine) ispat etmek istermişçesine savunuyor ve diğer tüm seçimleri kötülüyor.

Kimi okul köklü, ama çok yetersiz; kimi fazla rahat, çocuklar hiçbir şey öğrenmiyorlar; kimi çok ağır bir program takip ediyor, çocukların nefes alacak vakti bile yok; kimi lise imtahanlarına hazırlıyor, kimi hazırlamıyor; kimi ezberci; kiminin yabancı dili çok kuvvetli ama diğer konular soru işareti; vakıf olanlara karşı şahıs olanlar falan filan derken içimden “İMDAAAAT!!! SUSUN YETERRRRRRRRR!” demek geliyor.

Bazen öyle kişilerden öyle yorumlar duyuyorsunuz ki gülmemek elde değil. Minicik çocuğu marka kıyafetler içinde olan baba, “Oğlumu X okula vermeyi düşünmüyorum. Kapısında şöförlü arabalar, zengin, görmemiş çocukları almaya geliyor her gün” diyebiliyor. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu…

Öte yandan aynı okul için kırk tane farklı görüş de olabiliyor. Biri öve öve bitiremiyorken, diğerleri batırıp çıkarıyorlar. Genelde de ilk grup çocuğu o okulda okuyanlar, ikinci grup ise okul hakkında gerçek anlamda doğru bilgisi olmayan veli adayları oluyor.

Bir de sisteme güvenmeme durumu var tabii. Bir grubun savunduğu, SBS’ye yetiştirilip yetiştirilmemesi okul seçimi için öncelikli olmamalı zira devletin ne yapacağı belli olmaz. Seneye sistemi toptan değiştiriverirler, herşey farklı bir hâl alır. Haksız bir düşünce değil bence de.

Gelin de çıkın işin içinden…

Bu arada şunu da farkettim ki, bizler okullardan çok, ama fazlasıyla çok şey beklemeye başlamışız. Yani evet kabul etmek lazım ki bahsi geçen rakamlar astronomik. Üniversite parasını yuvada vermeye başlıyoruz. Neden tek çocuklu ailelerin sayısı bu kadar arttı sanıyorsunuz? Gerçekten çok zor. Sadece emek anlamında değil, maddi anlamda da müthiş bir finansal güç gerektiriyor çocukları okutmak. Özel okullar için konuşuyorum hep.

Bu parayı verdiğimiz için mi, yoksa okul tanıtımlarında bize müthiş bir resim çizdikleri için mi bilmiyorum ancak çocuğunu okula salimen yerleştirmiş ebeveynler artık başka bir şey düşünmek istemiyorlar sanki. Çünkü zaten ilk adım yeterince zor ve uğraştırıcı.

Sonrasında herşeyi ama herşeyi okuldan beklemeye başlayanların sayısı az değil bence. Yani tabii ki eğitim. Onun dışında doğru beslenme, spor faaliyetleri, sosyal aktiviteler, yurtdışı ile ortak projeler, sanatsal aktiviteler falan derken, hiç tökezlemeyecek bir çocuk, herşeyi su gibi akıp gidecek bir okul hayatı hayal ediyoruz. Terbiyesi, okuma alışkanlığı, doğru yemeği seçme yetisi, derslerine gereken özeni gösterme ciddiyeti gibi, çoğu aslında temeli evde verilmesi gereken konuyu okula havale ediyoruz.

Ne oldu? OLMADIIIII…

Hayat öyle kolay değil tabii.

Kendinizi hatırlayın lütfen.

Benim zamanımda(!), okula ve eğitmenlere çok iş düşerdi kabul ediyorum. Ancak annem ve babam gerek disiplin anlamında (maşallah o konuyu hiç atlamadılar, turp gibi yetiştik!), gerek okuma, kültür, sanatsal faaliyetler, spor gibi sosyal yönlerle her zaman bizim gelişimimize katkıda bulundular.

Ödevlerin kendimiz tarafından, anlayarak yapılmış olması, hatalardan ders çıkarılmış olması önemli bir konuydu mesela. Ödevlerimizi hep kendimiz yaptık. Şimdi duyduğum ödevler projelere ve hatta “Aileler Yarışıyor” programına dönmüş. Bir arkadaşım bahsediyordu da, 5 yaşındaki kızının kendi çabasıyla yaptığı resim ödevini götürdüğünde, sınıf arkadaşlarınınkini görünce demoralize olmuş. Belli ki veliler yapmışlar ödevleri. (Bu noktada okulun da ödevleri çocukların yapması konusunda ısrarcı olması gerek demeden geçemeyeceğim.)

Bunun dışında tiyatro bilgisi, okuma alışkanlığı, sosyal beceriler, genel kültür hayatımızın bir parçası olarak, çoğu zaman biz farkında olmadan bize sunulurdu.

Şimdiyse aileler hazır bir çocuk teslim edilsin istiyorlar kendilerine.

Okulların yaptığı sunumlar da bunda etken olabilir demiştim yukarıda. Geçen sene birkaç okulun tanıtımına katılmıştık eşimle. Her biri birbirinden güzeldi. Bir tanesinde biz velilere dönüp soruldu: “Nasıl bir çocuk istiyorsunuz?”
Herkes aklına geleni saydı. Ama neler var neler. Tahtaya sığmayacak kadar çok özellik sayıldı. Ve okulun müdürü ne dedi biliyor musunuz?

“İşte biz bu özelliklerin hepsini çocuğunuza kazandırıyoruz!”

Olabilir mi arkadaşlar? Lütfen! Gerçekten olabilir mi? Bir çocuk her türlü özelliği barındırabilir mi? Bir okul çocuğa hayatta verilebilecek her türlü öğretiyi, tecrübeyi verebilir mi?

Siz bunu düşünürken ben biraz daha okul gezeyim bari…

One Comment

  1. Biz önümüzdeki yıl için kararımızı verdik. Daha doğrusu Zeynep verdi:) O İnci öğretmenle devam etmek istiyor. Her sabah okula giderken yüzü gülerek gidiyor. Hasta olduğunda gidemedği için üzülüyor. Benim de ondan ve okulundan beklentim şu anda bu aslında. "Keyifle gitmesi" çünkü zaten keyifle gitmeyeceği çok yer olacak hayatında, en azından şimdi elimizde fırsat varken istediğini yapabilsin:) Sisteme dahil olmaya ne ben ne de o hazır değiliz galiba. Biz hala baharı yaşıyoruz:)
    Reply 19 March 2010 at 08:57

Leave a comment