Nefes Alabilmek!
Nefes Alabilmek!

Nefes almak ne kadar doğal bir hareket değil mi? Vücudun biz farkında bile olmadan, yaşama devam edebilmemiz için gerçekleştirdiği en temel refleks diye de tanımlayabiliriz belki. Tabii diğer reflekslerimizden farkı belirli bir oranda“kontrol edebiliyor” olmamız. (more…)

Yalnız Oyuncaklara Yeni Arkadaşlar

Hani hep diyoruz ya, çocuklarımıza yardımlaşmayı, paylaşmayı öğretmemiz gerek diye…

Bunu kimi zaman bir arkadaşıyla teke tek oyun oynarken, bazen de okulda, yuvada, bir davette bir grup akranıyla birlikteyken öğretmeye çalışıyoruz.

Fakat bence tüm bu sistemlere ek olarak, ihtiyacı olan çocuklara kendilerinin artık kullanmadığı eşyaları hediye etmelerini öğretmek, hem de bu kadar küçük yaştan itibaren öğretmek son derece önemli.

Sadece paylaşmak anlamında değil, aynı zamanda kendilerinin ne kadar şanslı olduklarını da idrak etmelerini sağlamak amacıyla da önemli olduğu kanaatindeyim. Benim ve benim gibi pek çok arkadaşımın çocukları sınırlı bir çevre görerek büyüyor. Belirli bir semtte yaşayıp, belirli bir üçgen içerisinde hareket ediyorlar. Fazla uç noktaları henüz gözlemleme imkanları olmadı, olamıyor. Hayat telaş içinde akıp gidiyor. Bizler onlara tüm güzellikleri sunmak, mutlu olmalarını sağlamak isterken, belirli bir çerçevede sınırlı kalıyor, sınırlı bir bakış açısı veriyor olabiliyoruz çoğu zaman.

Çok sevdiğimiz bir arkadaşımız kızı yemeğini bitirmediği zaman, ona bu yemeği bulamayan çocuklar olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Yani zorla yedirmek amacı ile değil ama tabağına aldığı yemeğin çöpe gitmemesinin önemini vurgulamak amacı ile. Esprili bir dille kızına “Seni köprü altı çocuklarının yanına götürücem. Onların halini görünce belki anlarsın nelere sahip olduğunu” diyor, sonra da ekliyordu “Bizim çocuklar çok şımarıyor, her istediklerini veriyoruz ama kıymetini biliyorlar mı acaba?”

Ben de Maya’ya paylaşmanın bu yüzünü ve şeklini göstermek için çeşitli kampanyalara hep kulak kabartır oldum bir süredir. Bir dönem Starbucks kahve zinciri her kahve dükkanına bir sepet koymuştu. Oraya çocuğunuzun kullanmadığı kitap, oyuncak, ne varsa götürüp koyuyordunuz. Çok pratik, çok güzel bir çalışmaydı. Herkesin evine yakın bir Starbucks oldu artık nasılsa. Biz de Maya ile seçimimizi yapmış, elimiz kolumuz dolu Starbucks’ın yolunu tutmuştuk.

Bir diğer kampanya ToyzzShop‘taydı. Onlar da getirdiğiniz oyuncağı paketleyip, üzerine getiren çocuğun ismini yazıyorlardı. Ve yardımsever bızdığı da bir madalya ile ödüllendiriyorlardı.

Bu sene Leonardini‘de benzer bir çalışma yapmıştı yılbaşı döneminde.

Şimdi yeni duyduğum bir kampanya var. Ece benimle paylaştı, ben de sizlerle paylaşmak istiyorum: Yalnız Oyuncaklara Yeni Arkadaşlar kampanyası.

Bu kampanyayı düzenleyen, Haiti’deki depreme koşan ve günler sonra başarıyla yerin derinliklerinde kalmış kişileri çıkartarak, çalışmaların diğer kurumlarca da tekrar başlatılmasını sağlayan GEA. Belki sizler daha önce duymuşsunuzdur.

Tanımayanlar için, GEA, Toprak Ana demekmiş. 1994 senesinde, Yeni Yüksektepe Kültür Derneği bünyesinde kurulmuş olan bir Arama Kurtarma, Ekoloji ve Yardım Kampanyaları Grubuymuş.

Ulusal ve uluslararası alanda yaşamı tehdit eden bütün felaketlerde, canlı varlıkların hayatını korumak ve kurtarmak için gönüllü çalışmalar sürdürmekteymiş. Ancak buna ek olarak, sosyal anlamda da duyarlı bir kuruluş olduğunu çocuklar için yaptığı kampanyası ile gösteriyor.

Ece’nin yolladığı mailde ve kendilerinin internet istesi www.gea.org.tr ‘de çok güzel anlatmışlar. Olduğu gibi aşağıda bulabilirsiniz:

Yalnız Oyuncaklar Kampanyası 3. yılını tamamladı ve toplam 74 bin 139 oyuncak,91 okulda , 23 bin 865 yeni arkadaşı ile buluştu.

12 kampanya ile Şanlıurfa – Birecik, Adana, Mersin, Van, Ağrı, İzmir, Aydın, Ankara , Eskişehir, Trabzon-Of, Denizli illerinde süren macera bu defa İstanbul’a ulaştı.

Ve şimdi Yalnız Oyuncaklar 10-11-12 Şubat 2010’da İSTANBUL’da Karne Hediyesi Oluyor!!…

Artık oynanmayan, evlerimizin bir köşesinde öylece bekleyen yalnız oyuncaklarınızı GEA Gönüllüleri topluyor, temizliyor, onarıyor ve paketleyerek yeni arkadaşlarına kavuşturuyor. Bir zamanlar başucundan ayırmadığı oyuncaklarını paylaşmak isteyenler ve oyuncakların onarımı ve paketlemesine katılmak isteyenler, GEA ile irtibata geçebilir.

Evlerinizde öylece bekleyen yalnız oyuncaklarınızı 1 Şubat 2010 tarihine kadar GEA Merkez’e ulaştırabilirsiniz.

Kontakt bilgisi bana gelen mailde şu şekilde :

ADRES: Yeni Yüksektepe Levent Şubesi

Nispetiye Cad. Kerem 1 Apt. No: 32/11 Kat:4

1.Levent / İstanbul

Bilgi İçin:

Tel: 0212 268 04 08, Ali Uzun-0505 229 12 09

levent@aktiffelsefe.org
www.gea.org.tr
levent.aktiffelsefe.org

Bunun dışında internet sitelerinde kendi merkez adresleri var. Kim nereye yakınsa oraya yollayabilir diye düşünüyorum.

Tel : 0 216 3424848, Betül Ergün: 0532 350 54 15, Eda Ateş: 0537 387 66 87
Fax:0 216 3424848
Adres: GEA Merkez, İcadiye Mah. Makastar Sok. No:13 Kuzguncuk- Üsküdar
Email: gea@gea.org.tr

Çocuklarımıza kendileri ile aynı imkanlara sahip olmayan yaşıtlarıyla ellerindeki güzellikleri paylaşabilmeyi öğretmek için harika bir fırsat diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?

Eyvah! Anneme Benzemeye Başladım

Eyvah ki ne eyvah! Gitgide daha çok anneme benzemeye başladım. Siz de aynısını hissediyor musunuz yoksa sadece ben miyim bunu yaşayan?

Canım anneciğimin pek çok yönüyle örnek aldığım bir kişilik olduğu tartışılmaz. Belki de işte tam bu sebepten bu benzerlik oluşmaya başladı. Ama neden daha önce yoktu da şimdi var? Bu benzeme durumu beklemediğim bir anda dank ettiği için az biraz şaşkınım anlayacağınız.

Burçlardan çok fazla anlamam. Benim için belirli bir burçtan bir yakınım varsa, o kişinin hal ve tavırları burcu için bir göstergedir, normalde tersi olması gerekirken. Annem Oğlak burcu. Benim tanımlayabileceğim Oğlak burcu kararlı, ne istediğini belirleyip hedefini koyduktan sonra asla ama asla bu hedeften şaşmayan, emin adımlarla hedefe tırmanan bir kişilik. Yani siz arada bayılabilirsiniz, sıkılabilirsiniz, değişiklik yapmak isteyebilirsiniz ama o sizi asla bırakmaz sürükler de sürükler. Hele de benim gibi heyecanlı, aceleci, yenilik delisi bir Yay burcuysanız, Oğlak burcuna artık yalvarır hale gelirsiniz: “Tamam amaç buydu ama ben vazgeçtim şunu yapıcammmmm!” Oğlak burcu ise sakin bir tavırla sizi şöyle bir süzer ve “Tamam tamam önce şu hedefimize ulaşalım sonra istediğini yap!”

Canım annemle ilişkimizin temelinde bu yatar aslında. Sevgi ile verilmiş bir disiplin örneklemesi. Yapılması gerekenler ve yapılmak istenilenler önem sırasına göre sıralanır ve çatlasan da patlasan da ta-mam-la-nırrrrr.

Hatta öylesine ki anneme isim takmıştım çok seneler önce. Pek de hoş bir şey değildi belki ama bence komikti ve durumu gayet güzel özetliyordu: TAVUK!
Aslında şimdi de düşünüyorum da çok doğru çünkü öncelikle tavuk anaçtır. Civcivleri için en iyisini ister. Ama onların yanlış yönlere saptığını görürse de gagalamaktan çekinmez. Maksat doğru yere gitmektir, kimseye zarar gelmemesi önemlidir. Haaa bir de bu arada cır cır konuşur tabii ki… (Annecim umarım gülüyorsunuzdur şu anda bu yazıyı okurken.)

Buraya kadar bir başkasını anlattım sandınız değil mi? Hayır efendim, çok yanıldınız. Resmen kendimi anlattım size. İşte ben de artık bir tavuk oldum 🙂

Maya ile ilişkime şöyle çıkabildiğim kadar uzaktan bakmaya çalıştığımda gördüğüm, annemin bana ve ablama yaptığı gibi kol kanat geren ama aynı zamanda sürekli ne yapılması gerektiğini hatırlatan ve işin peşine düşüp, iş gerçekleşene kadar didiklemekten vazgeçmeyen bir anne profili ile minik gözlerini yuvarlayarak “off, puff” diyen bir ufaklık.

Hani sorumluluk vermek istiyorum ya çocuğuma, aynı zamanda onun da benim verdiğim sorumluluğu alıp sonuna kadar sebat etmesini de istiyorum. Bu minicik bir görevden daha komplike bir isteğe kadar geniş bir yelpazeye yayılabiliyor.

Ona birisi bir hediye verdiğinde “teşekkür” etmesini bilmesinden, bir şey isterken “lütfen” demesinin otomatikleşmesine, tanıdığı bir kişi ile doğru dürüst selamlaşmanın önemini kavramasından, bunu anladıktan sonra da pratikte uygulamasına kadar pek çok konuda bıdık bıdık uğraşıyorum. Amacım ileride sosyal anlamda çevresi tarafından beğenilen ve istenilen bir kişi olması. Çünkü kabul etmemiz gerekir ki ne kadar güzel bir görüntü sergileseler de, çocuklarımız arsız, antisosyal ya da yıkıcı olurlarsa, bir o kadar istenmeyen kişiler olacaklar etraflarınca. Bu da onların hem sosyal, hem de iş yaşantısında çok mutsuz ve yalnız olmalarına sebep olacak. Yani temelde yine kendileri zarar görecek.

Eski iş yerimdeki müdürlerimden biri yakın zamanda çok önemli bir saptama yaptı: “İş hayatında gerçek anlamda başarılı olan kişilere bir bak. Hepsinin ortak özelliği güzel kişiler (iç güzellik anlamında) olmaları. İçin dışın birse, ahlaklı bir insansan ne yaparsan yap mutlaka fark edilirsin ve güzel bir yerlere gelirsin.”
Ne kadar doğru değil mi? Bir düşünün… Aileden geçme bir işi üstlenenlerin dışında, tam anlamıyla profesyonel olarak başarıyı yakalamış kişiler genelde çok nitelikli ve yapıcı, sosyal anlamda da kuvvetli kişilikler oluyor.

Peki bu nasıl oluşuyor? İşte biz anne ve babalar bunun ilk tohumunu atanlarız aslında. Çünkü sosyal başarı içtenlik varsa oluyor. İçtenlik ise ancak doğalsa oluşuyor. Yani nasıl yeme ve içme alışkanlıkları 6 yaşa kadar oluşuyorsa ya da temeli atılıyorsa diyelim, sosyal alışkanlıklar da evde oluşuyor. Sokakta pratiğe dökülüyor.

Tabii ben şimdi 3.5 yaşındaki bızdığımı karşıma alıp da “Bak Mayacım şimdi sen bunun değerini anlamıyorsun ama 21 yaşına geldiğinde çok işine yarayacak, sorumluluk sahibi, sosyal bir insan olacaksın,…” diyemiyorum. Henüz o kadar kafayı yemedim. Gerçi yakında onu da yaparsam şaşmayın. Ama önemli olan şu anki resim karemizde, kızıcığına bazen tatlı bazen o kadar da tatlı olmayarak doğru yolu göstermeye ve gösterdiğinin öğrenildiğinden emin olmaya çalışan bir anne ile karşısında bazen ona gülen bazen de pöffff diyen bir minik var. Evet daha şimdiden oflamaya poflamaya başladı bizimki. Yakında ben evi terk ediyorum derse şaşmayacağım. Gerçi ben bunu canım anneme hiçbir zaman demedim ama zamane gençliği belli mi olur?

Sonuçta ben her geçen gün daha fazla anneme benzemeye ve onun yaptıklarının aslında ne kadar doğal olarak benden de kızıma aktığını şaşırarak gözlemlemeye başladım.

“Mayacııımmm dişlerini fırçaladın mı?”

“Mayacııımmm okula bir resim yapıp götürmemiz gerekiyor. Hadi gel canım önce onu bitirelim, sonra Kipper seyredersin.”

“Mayacııımmm vitaminlerini al bakalım.”

“Tatlım bak yarın akşam babaannede kalacaksın. Ona minik birşey götürürsen çok hoş olur. Cup cake alalım mı? Hem Bulut’a da ikram edersin.”

“Mayacım artık okumadığımız kitaplarını ve oynamadığın oyuncaklarını Starbucks’a/ToyzzShop’a götürelim. Almaya imkanı olmayan, üzülen çocuklara yollasınlar.”

“Yılbaşı geliyor canikom. Ben kartlarımızı yazarken sen de zarflara adres etiketlerini yapıştırmak ister misin?”

Ve daha niceleri. Hepsinde bir mesaj vermeye çalıştığımı, bir sorumluluk alması için teşvik ettiğimi dönüp baktığımda görüyorum. Umarım kızıcık da ileride, belki farkında bile olmadan, kazanılması gereken değerleri çocuklarına aşılar.

Tavuk annecim benim, iyi ki varsın!

Walking On Eggs

İngilizcede sevdiğim bir söz bu “walking on eggs” – yani yumurtaların üzerinde yürümek. Sizce kırılmasından bu kadar korktuğumuz, bir yerden bir yere taşıyacağımız zaman ya özel bölmeli kutusuna koyduğumuz ya da ekstradan sarıp sarmaladığımız yumurtalar üzerinde yürümek mümkün mü?

Değil tabii ki…

Bizim bızdıklarla hayatımız da biraz böyle. Yeni nesil anneler (ve çoğu zaman babalar) her şeyi öylesine doğru, öylesine dengeli yapmaya çalışıyoruz ki sonunda dengemiz altüst oluyor ve kendimizi hedeflediğimizden bambaşka bir noktada buluyoruz.

Bir süre önce, hararetli bir tartışmanın içinde bulduk kendimizi. Aynı yaş gruplarında olan erkekli kadınlı bir grup ve anne-babalarımız oturmuş konuşuyorduk. Yakın zamanda bebeği olan bir arkadaşımız zamane ebeveynlerinin ne denli gereksiz girişimlerde bulunduğu hakkında görüşlerini bildirmeye başladı. Konu pedagoga gitmekti.

“Bizim zamanımızda pedagog mu varmış canım? Anne ve babalar disiplinli bir şekilde büyütürlermiş bizi. Bak taş gibi çıktık işte!” diye pedagoga gitmenin gereksiz bir adım olduğunu savunan arkadaşımızı babası gönülden destekledi.

“Tabii canım, şimdiki nesil her şey için bir doktora gidiyor. Para tuzağı bunların tümü.” dedi.

(Biraz Bill Cosby vari bir yorum. Geçenlerde Jay Leno Show’da zamane ebeveynlerini tatlı diliyle eleştiriyordu: “Torunumu köşede tek başına oturur görünce nedenini anlamak istedim. Kızım ‘time-out aldı’ dedi. Ona maç kaç kaç dedim!”)

Herkes konuyla ilgili yorum ve tecrübelerini paylaşmaya başladı birden. Çok komik bir görüntü içindeydik gerçekten. Herkesin söyleyecek ne çok lafı varmış… Cır cır başladık yine.

Ben bu düşünceyi pek doğru bulmayanlardanım. Dönemsel bazda, ağırlıklı olarak kendimi eğitmek için pedagoga gitme taraftarıyım. Mutlaka Maya’da bir sorun olması gerekmiyor. Eşim de aynı şekilde düşünüyor (ya da artık benim garipliklerime teslim oldu – sesini çıkartmıyor garibim.)
Eskiden pek çok şey farklı ele alınıyormuş. Nasıl her yenilik iyi demek değilse, aynı paralelde eski sistemlerin de kanıtlanmış en uygun çözümleri sunduğunu düşünmüyorum.

Tabii bu kadar net olmasa da fikrimi ben de beyan etmeden duramazdım.

“Valla biz destek alıyoruz, öncelikli olarak bizim için. Dönemsel olarak çocuğumuzla hangi oyunları oynayıp gelişimine destek verebileceğimizden, yine dönemsel yaşadığı sıkıntılara çözüm bulabilmek amacıyla. Ya da bazı geçişlerin daha acısız olabilmesi için. Mesela sütten kesmek, emziği bırakmak, okula başlamak gibi”

Arkadaşımız söylenenin bir bölümüne hak verdi: “Canım bir derdin varsa gidersin tabii. Ama yoksa ne diye gidicen, deli gibi para alıyorlar. Üstelik bir çok kitap var. Okursun uygularsın.”

Bizim de derdimiz aslında problem oluşmasını beklemeden, virajları yumuşak almak, kaza yapmamak, yumurtaları kırmamak. Zor tabii, bazen çok zor. İnsanın bazen sorularına cevap alamadığı ya da aldığı cevapların işe yaramadığı da oluyor. Çünkü her çocuk farklı ve her durum da farklı. Belirli durumda x yaş grubu şöyle davranır gibi bir genelleme size çözüm olamayabiliyor.

Maya ile ilk pedagoga gittiğimizde sanırım 11 aylıktı. Ben emzirmeye devam ediyordum. Pedagogumuzun ilk yaptığı bana emzirmeyi bırakma zamanının geldiğini ama bunun için öncelikle kendimi hazır hissetmem gerektiğini vurgulamak oldu. Yaptığımız o ilk görüşmede ağlamamak için kendimi zor tuttuğumu hatırlıyorum. Çünkü kızıcığım ile paylaştığımız en özel an emzirme anımızdı. Sadece ikimiz vardık ve o da ben de bundan büyük keyif alıyorduk. Kendimi hazırlamam 2 ayımı aldı. 13 aylıkken Maya’ya artık onu emzirmeyeceğim mesajını gece uyku öncesi seansımızda verdim. O da bir iki deneme sonrası hiç üstelemedi. Gayet kolay bir geçiş yaşadık. Zaten pek çok ek gıda alıyordu – sebze meyve pürelerini keyifle yiyordu. Bizimki daha farklı bir ihtiyaçtı. Fiziksel ihtiyacın çok ötesinde.

Dönemsel ziyaretlerimizde benim takıldığım ya da tereddütte kaldığım pek çok konuya cevap bulabildim. Uyku düzeninden, birey olma aşamaları, emziği bırakma sürecinden, bezden kurtulmaya kadar pek çok konuda aldığım yardım çok kıymetliydi. Bunun ötesinde önerilen kitapları da okuyunca insan bayağı bilgileniyor. Zaten “What To Expect” serisi ile çocuğunu belirli bir noktaya getiren bir anne olarak, özellikle güvendiğim bir kişinin önerdiği gelişim kitapları benim ilgi alanıma giriyor.

Fakaat şu da bir gerçek ki bazen kafalar oldukça karışıyor. Çok yakın zamanda yaşadığım tecrübe güzel bir örnek olabilir belki. Mayacıkla oyun oynamamı isteyen pedagogumuz bizi gözlemliyordu. Zaten gözlem altındayken pek doğal olamıyor insan. Ne Maya ne de kazık kadar olmuş annesi… Kızıcık hamurla oynamak istedi. İki renk vardı. Sarı ve beyaz. O kendine beyazı seçti, bana da sarı kaldı. Birlikte oyun oynamaktan benim anladığım hem sohbet etmek, hem de her ikimizin de bir şeyler yapması ve sonra birbirimizinki hakkında yorum yapmak. Bu mantıkla ben biraz da Maya’yı kendimce rahatlatmak için yine cır cır konuşmaya başladım.

“Sen ne yapıyorsun Mayacım?”

“Peki ben ne yapayım? Güneş yapsam ne dersin?”

“Bak benim güneşim tamam. Sen ne durumdasın?”,…

derkeeeen doktorumuz “Defne Hanım çok konuşuyorsunuz, fazla yorum yapıyorsunuz” dedi.

Çok şaşırmıştım. Benim birlikte oyundan anladığım buydu. Oysa yapılması gereken Maya’nın oyunu yönlendirmesini sağlayıp, sadece onu izlemek ve gerekli yerlerde beğeni ya da ilgi göstermekmiş. Bunun da nedeni zaten her durumda belirli bir çerçevede hareket etmeye zorlanan çocukların (uyandığı andan yatana kadar konulan kurallar, belirli sistemi olan oyunlar, okul hayatı, vs.) sadece ve sadece kendilerinin yönlendirdiği ve yarattığı bir oyunu oynayabilmeleri ve bu tecrübeyi edinebilmeleri. Ancak bu süre boyunca da tüm enerjimizle orada olduğumuzu ona hissettirmek… Bize rol verseler bile o karakterin ne yapması gerektiğini, ne söylemesi gerektiğini bızdığımıza sormamız gerekiyormuş.

Ne kadar komplike geliyor değil mi? Yani orada olacaksın ama aynı zamanda olmayacaksın. Yorum yapacaksın ama fazla yapmayacaksın falan tarzı, hem o, hem de bu şeklinde bir durum.

Böyle bakıldığında çok zorlandığım anlar oluyor gerçekten:

Hem disiplinli, hem sevecen olacaksın.

Hem bir şeyler öğretebildiğinden emin olacaksın, hem her oyununda öğretme çabası olmayacak.

Hem hayata hazırlayacaksın, zorlukların üstesinden gelsin diye, hem de zorlandığında arkasında kapı gibi annesi ve babasının olduğu hissini vereceksin.

Hem her ağladığında gerekli ilgiyi göstereceksin, hem de bu ilgiyi abartmayacaksın ki ağlamak alışkanlık halini almasın.

Hem atmakta zorlandığı adımda onu biraz iteceksin, hem de kötü düşüp sonrasında hayatta adım atmaktan korkmasına engel olacaksın.

Hem üzülmenin normal olduğunu göstereceksin, hem de üzüntünün, kederin içinde onu boğmayacaksın.

Hem sana kendini açabilecek kadar yakın hissedecek, hem de saygısından hiçbir şey eksilmeyecek.

Hem kuvvetli bir anne örneği görecek, hem de sıcacık bir anne kucağı yaşayacak.

Liste uzayıp gider, Defne yumurtaların üzerinde yürümeye devam eder…

Koşulsuz Sevgi
Koşulsuz Sevgi

Bugünkü Hürriyet Gazetesi eki Kelebek’te Ömür Gedik‘in “Köpek Kokusu” başlıklı bir yazısı var. O kadar güzel yazılmış ki, benim gibi hayvansever bir insanın yüzünde hemen bir gülümseme belirmesini sağlıyor. (more…)

Siz Daha Üniversite Kararı Vermediniz Mi?

Şu okul işi beni ve etrafımdaki pek çok anneyi fazlasıyla meşgul ediyor. Yanlış anlaşılmasın, sadece düşüncesi yetiyor fiziksel olarak bir şey yapmamıza hiç gerek yok.

Bizdeki okul sistemi öyle garip bir hal aldı ki, anlayabilene aşk olsun. Kızıma hamile iken, iki kızı olan ve okul konusunda karar vermeye çalışan müdürüme sormuştum, “İlla özel okul şart mı? Devlet okulları hiç mi iyi değil?”
Cevabını hiç unutmam: “Tabii ki içlerinde iyi olanlar var ama sen kendini o garip sistem içinde özel okulları dolaşırken buluyorsun ister istemez. Zamanı gelince göreceksin.”

O zaman daha çok vakit olduğunu düşünmüş ve sadece karar vermek isteyenlere içimden şans dilemiştim. Şimdi de başka hamile anne adayları benim için şans diliyor muhtemelen.

Aslında baktığınızda ilk kafa patlatma işlemi geçen sene oldu çünkü Mayacık 3 yaşına geliyordu ve artık yuvaya gidebilirdi. Gymboree’ye 1 yaşında başlamıştık. Birlikte çok eğlenmiştik. Hem de gerçekten pek çok anlamda, sanat, müzik, jimnastik, sosyal gelişim olarak çok faydasını görmüştük. Derken annesiz yuvaya hazırlık programı ve akabinde yine annesiz yaz okulu ile Maya’nın okul altyapısı oluşmuştu. Ama sırada ne vardı?

Anneler karşılıklı cır cır konuşmaya başladığımız ilk dönem, Gymboree’de annesiz programa çocuklarımız alışırkenki bekleme anlarımıza rastlar. Hangisi daha iyiymiş, lokasyon önemli tabii çocuklar daha çok küçük, ya yabancı dil İngilizce, Almanca, Fransızca, yuvanın devamı var mı yok mu, fiyatlar nasıl, sunduğu imkanlar ne,… Ne çok soru ve işin ilginç tarafı herkesin bir şekilde bir fikri, bir düşüncesi var. Fakat bu fikir ve düşünceler nedense asla serbestçe dolaşamıyor. Mutlaka birini ikna etme çabası içinde. Bir yerde okumuştum: insanların birbirlerine bir şey önermesi aslında kendisi için bir onay alma ve beğenilme dürtüsünden kaynaklanıyormuş. Onun önerdiği doktora gidildiğinde örneğin, hele de mutlu kalınırsa “Ben en iyisini biliyorum” hissi oluşup kişi mutlu oluyormuş. Yani karşısındakine iyilik yapmanın ötesinde kendini bir anlamda mutlu etmek için öneriler veriliyormuş.

Neyse kendimi bu kargaşadan uzak tutacağına inanan (ve çok yanılan) bir anne olarak, seçimimi yapmanın dayanılmaz hafifliğiyle köşemde oturuyor, konuşmaları yüzümde bir tebessümle izliyordum. Soranlara da sadece kararımı söylüyordum. Fakat zaman geçtikçe o kadar fazla araştıran insan gördüm ki, ben de birkaç okula baksam ne zararı olur diye düşünmeye başladım. İşte ilk hata! Bu elinizi uzattığınızda sizi tüm vücut ve benliğinizle içine çeken bir konu. Ucu bucağı yok. Doğru ve yanlış kararlar son derece göreceli.
Veee ben de yemi yutmuş bir vaziyette dolanmaya başladım. Maya sadece 2.5 yaşında ve biz liseleri gezmeye başladık. (Hatta yakın bir arkadaşım “Senin yüzünden ben de bakınmaya başladım!” demişti)

Hayatınızda böyle saçmalık gördünüz mü?

Bunun normali nedir? Tüm okullar belirli bir kalite seviyesi ve üzerindedirler. En yakınınızdaki okula yollarsınız çocuğunuzu, hiç değilse ilköğretimde. Sonra daha iddialı olabilir insan. Çocuk da daha bir ne istediğini bilir, mesleki bilinç yavaş yavaş oluşmaya başlamıştır falan filan. Herşeyin bir zamanı var değil mi? Maalesef… Okul işi dışında.

Ve sonunda ne oldu biliyor musunuz? İlk seçtiğim okula geri döndüm. O kadar dolaşmanın, o kadar kafa karıştırmanın ardından evet ilk seçtiğimiz okuldayız şu an. Ve ne kadar mutluyuz.

Bu senelik…

Neden mi?

Çünkü seneye ne yapacağımıza karar vermeliyiz. Bizim okulumuzda Maya 1 sene daha okuyabilir. Sonra üniversiteye kadar gideceği okulu seçmemiz gerek. Ya da en azından liseye kadarki dönem için şimdiden karar vermemiz gerekiyor.

O kadar çok faktör var ki karar vermede: lokasyon, eğitim kapasitesi, sosyal imkanlar, güvenilirlik, giriş sistemleri (doğumdan itibaren listeye alanlar da var kura ile seçenler de), okuyacağı yabancı dil, öğretilen diğer diller, üniversite başarı sonuçları, çocukların mutluluğu, okulun vakıf mı şahıs mı olduğundan finansal anlamdaki yapısına kadar neler neler. Liste çok uzun.

Ve yine anneler cır cır konuşmaya başladık. Bu sefer ben de konuşuyorum 🙂 Hatta bir kahve için buluştuğumuzda konu dönüp dolaşıp okul işine geldiğinde yan masadaki genç hanımlar da (kendimi de genç grubuna soktum bu arada, heh heh) konumuza iştirak ediyorlar. Çok komik bir hal alıyoruz yine. Ve böyle devam ediyor bu konu.

Sizler okul işinizi ne yaptınız? Bızdığınızın üniversite eğitimine karar vermediniz mi daha?

Budun Ağacı

Çocuklardaki hayal gücü inanılmaz. Hem hiçbir şeyden pek çok şey yaratma yetileri var, hem de bu yarattıklarından korkuları…

Mayacık da evimizin bir bölümünden görünen kocaman iki çam ağacına nedense “Budun Ağacı” diye isim takmış. Üstelik bu iki ağacı gayet korkunç görüyor minik gözleriyle.

Her yemeğe oturduğumuzda ya da her garaja girerken o kocaman halleriyle karşımıza dikilen heybetli çam ağaçları benim miniğim için kızgın birer Budun Ağacı.

“Anneee, bak Budun Ağacı bize bakıyor” diyor Mayacık korku dolu bir sesle.

Hem onun hayal gücünü kısıtlamamaya çalışan, hem de işin doğrusunu öğretmeye çalışan ben arada kalmış zavallı bir anne olarak, “Mayacım onun bir diğer ismi de çam ağacı biliyorsun değil mi?” diyorum.

“Hayır! O Budun Ağacı! Çam ağacı başka anne! Ben biliyorum. Sen şaka mı yapıyorsun??!!!” diye kükrüyor minik aslanım.

(Bu arada nedense şaka yapmak sanki kötü bir şeymiş gibi algılanıyor bizim bızdık tarafından. Sanki yalan söylemenin kibarcası – gerçi düşünürsek bazı durumlar için doğru sayılabilir.)

Konuyu uzatmamak için susma hakkımı kullanıyorum.

Derken dışarıda gök gürüldemeye başlıyor. Zavallım gözleri kocaman kocaman olarak dehşet içinde bana sarılıyor.

“Anneeee bak Budun Ağacı kaşlarını çattı ve davul çalmaya başladı.”

“Mayacım, bu gök gürültüsü. Bulutlar kendi aralarında eğleniyorlar, davul çalıyorlar. Çam ağacı, ay pardon yani senin Budun Ağacı sadece onları dinliyor, hem yağmur da hoşuna gitmiştir. Ağaçlar yağmuru çok sever biliyor musun? Sonra başka hangi canlılar yağmuru severdi Mayacım? Sayalım mı?” falan diyerek konuyu değiştiriyorum.

Artık konu değiştirmede uzman oldum. İşin korkulacak tarafı kendi yaşıtlarımla da konuşurken istemediğim bir konuya giriliyormuş gibi hissettiğim an usta bir manevrayla konuyu değiştiriyorum. Bu bızdıklardan daha öğrenecek çok şeyimiz var.

Bu arada dedesine geçen gün nasıl bu yüksek sesten korktuğunu anlatırken, dedesi ona, “Mayacım neden gök gürüldüyor biliyor musun?” diye sordu. Kocaman gözlerini daha da açarak başını iki yana salladı. Bukleler bir sağa bir sola gitti. Hayır cevabını aldığını gören dedesi devam etti, “Çünkü bulutlar birbirine sürtünüyor ve orada elektrik oluşuyor. Bu da hem ışık hem de ses çıkmasına sebep oluyor.”

Bir sessizlik…

Acaba anladı mı diye düşünürken (Zira açıklamayı dinlerken ben bunlar aklında kalmaz herhalde diye düşünüyordum – klasik hata),kızıcık saymaya başladı: “Budun Ağacı, davul, bulutlar, elektrik, gürültü.”

Gülmeye başladık. Evet anlamıştı.

İşin içinde;

Korktuğu Budun Ağacı var
Davullar çalıyor
Bulutlar var
Bir şekilde bir elektrik oluyor
Ve sonuç: bol gürültü (ve tabii korku)

Şimdi ne zaman gök gürüldese yukarıdakilerden bir ya da daha fazlasını sıralıyor hemen.

Her şeyi anlıyor onlar, yeter ki ilginç bir şekilde anlatabilmeyi biz becerelim.

Nenenin Koltuğu

Zor bir hafta yaşıyoruz ailecek. Ailemizin “Cumhuriyet Kızı”nı kaybetmenin acısı çok büyük. O benim “Aloş”um. Arkadaşlarının “Güzel Aliye”si. Sanki bir nesil, çok kıymetli bir dönem bitiyor ve ben bunu bir türlü kabullenmek istemiyorum. Kazık kadar oldum ama duymak ya da görmek, hissetmek istemiyorum bu kadar büyüdüğümü. Bu kayıplar da suratımın orta yerine birer şaplak sanki.

Anneannemin en önemli özelliği her zaman “genç” olmasıydı. Onunla yaşadığım 10 sene boyunca ve daha sonra evlenip kendi evime geçtiğimde de o kadar çok paylaşımımız oldu ki. Benim seyahat arkadaşım, sırdaşım, yol gösterenimdi. En güzel ve en zor zamanlarımda benim yanımdaydı. Güldük, ağladık ve hayatımıza devam ettik.

Derken benim minik bebeğim oldu. Daha önce bahsetmiştim, Maya Amerika’da doğdu. Döndüğümüzde iki aylıktı. O gün şenlikli bir gündü. Şengül Pallı’nın havaalanında bizi aile bireyleriyle karşılaması, evde canım Aloş’umun bizi beklemesi ve evde devam eden fotoğraf çekimleri. Babamın ne olur ne olmaz ikinci fotoğrafçı olarak her daim çekimde olması (ve dolayısıyla çok az resimde yer alabilmesi) ve diğer pek çok detay. O günden en çok aklımda kalan, Maya’yı herkesin kucağına alıp resim çektirmesini sabırla ve kibar bir gülümsemeyle seyreden anneannemin, kucağına Maya’yı hiç beklemediği bir anda oturtmamla yüzünde beliren mutluluk ifadesi. Sonraki dönemde de herkese bu yaptığımı sanki inanılmaz güzellikte bir davranışmışçasına anlatması… Halbuki ne kadar normal ve zaten olması gereken bir şey değil mi?

Ardından ilerleyen zamanda Maya’nın ilk söyleyebildiği kelimenin “NENE” olması için sarfettiği çaba. Her görüştüğümüzde Aloşum Maya’nın karşısına geçer ve heceler: “NE-NE, NE-NE”. Ama tüm bu çabalara rağmen Maya ilk tavşan dedi nedense.

Ve Maya daha da büyüdükçe evimizde nenenin yerini öğrendi. Nene sık sık bizi ziyarete gelirdi ve geldiğinde de oturmayı tercih ettiği köşe belliydi. Hatta o kadar bunu benimsedi ki başkasını oraya oturtmazdı Mayacık. “Hayır, orası nenenin yeri!”

Nenenin hastalığını adım adım takip etti Maya. Ben mümkün olduğunca sansürleyerek anlatsamda yaptığım telefon konuşmalarına kulak kabartan miniğim herşeyin farkındaydı. Son dört ayında Maya’yı neneye ziyarete götürmedim çünkü görüntünün onu üzeceğini biliyordum. Yine de duruma son derece hakimdi ve sürekli takip ediyordu.

“Annecim nene iyileşti mi?”

“Daha değil canikom.”

“Hastanede mi?”

“Hayır canım evde artık ama hala biraz hasta.”

“Boğazında boru mu var?”

“???” (Bunu nereden biliyor? Onun yanında konuştuklarıma çok dikkat etmeliyim.)

Geçen Perşembe aynen nenenin, zamanında ben çocukken yaptığı gibi Maya’yı elinden tutup bir otele çay saatine götürdüm. Hatta çok sevdiği iki arkadaşı ve şeker anneleri de bize katıldı. Otel lobisinde dev, süslü bir çam ağacı. Altında kocaman hediye paketleri, karşıda boğaz manzarası. Lobinin başka köşesinde üzerine kar yağmış bir minik ev ve üzerinde Noel Baba kızağında hediyeleri götürüyor. Evin üzeri lolly-pop kaplı, her gelen çocuğa bir tane veriliyor. Seneler senesi anneannem ve dedem bizi böyle güzellikler görmemiz için o dönem neresi varsa taşıdılar hiç üşenmeden. Şimdi ben de kızıma bunu yapmaya başladım onlardan gördüğüm gibi.

Ancak ertesi gün korkulan haber geldi. Nenenin kalbi durmuştu. İnsanın minik bir çocuğu olması çok ilginç gerçekten. Acilen beni eve çağırdıklarında saat 08:00 gibiydi. Daha yardımcımızın gelmesine bir saat var. Ondan önce gidemem anneannemin yanına. Maya’ya hislerimi, duyduğum acıyı öyle birdenbire en yoğun hali ile göstermemem gerektiğini düşündüm ve sadece nenenin ağırlaştığını ve belki hastaneye kaldırmamız gerektiğini söyledim. Sonra kahvaltısını yaptırıp yardımcımız gelince de evden çıktım. Maya o günki normal programına bensiz arkadaşlarıyla devam etti. Sanki hiçbir şey olmamış gibi.

Bızdığıma bu kaybı nasıl anlatsam diye düşünürken bir süre önce pedagogumuz Feriha Dildar’ın önerisiyle sipariş ettiğim “I Miss You – A First Look At Death” kitabı o gün elime geçti. Bu nasıl bir tesadüftür böyle…

Bu kitabı herkese öneririm. İlla bir ölüm yaşanmasına gerek yok. Ama çocuklar bir noktadan sonra sorgulamaya başlıyorlar, anlamaya çalışıyorlar. Bizde de Maya
10 Kasım’dan bu yana kimin ölebileceğini, hafif korku dolu bir ses tonuyla sorgulayıp duruyor. Atatürk neden öldü? Başka kim öldü? Anneyle baba ölecek mi? gibi pek çok soru sorulup duruyordu.
Çok basit ve çok doğru bir şekilde gerekli ve yeterli bilgiyi vermeniz açısından faydalı bir kitap.

Sonuçta haberi (kitabı hatmettikten sonra) babası verdi Maya’ya. Söylediğine göre birdenbire keyfi kaçmış ve içine kapanmış. O gün benim katılamadığım iki aktivitesi vardı, yılbaşı nedeniyle. İkisinde de keyfi yokmuş, babasının kucağından inmemiş, hiçbir oyuna katılmamış. Kendince yas tutmuş anlayacağınız.

Ertesi gün ben Maya’ya bir teklifte bulundum: “Mayacım, nene öldüğü için onun adına bir tören düzenlenecek. Onu seven büyükler orada olacak. Sen de nene için bir resim yapmak ister misin?”

Hiç ikiletmeden “Evet” dedi miniğim.

Ve biz birlikte oturduk, Maya neneye istediği resmi yaptı. Neneye bu resmi ulaştırma görevi de bendeydi. En minik torunundan ona minik bir hediye.

Şimdi Maya gayet iyi ama annesi hala kendini toparlamaya çalışıyor. “Daha fazla çekmedi, kurtuldu” falan diyerek avunmaya çalışıyor.

Nenenin koltuğu boşaldı ve hep boş kalacak, bu da hayatın bir gerçeği. İyi ki Maya’yı onun kucağına vermişim…
İyi ki, iyi ki.

O Piti Piti Karamela Sepeti!

O piti piti karamela sepeti
Terazi lastik
Cimlastik
Biz size geldik
Eğlendik…

Birkaç seçenek ya da kişi arasında seçim yapılması gerektiğinde işaret parmağımızı ağzımıza götürüp oooooo dedikten sonra söylediğimiz nakaratlardan biri bu. Şimdi Maya’da bunu öğrenmiş, söyleyip duruyor. O kadar şeker ki, micik parmağını ağzına götürürken o minik ağız kocaman açılıyor, sanki tüm elini ağzına sokacak. Abartılı bir tonlamayla “oooooo” deniyor ve ardından çatlak, hafif detone bir sesle tüm nakarat ağzından dökülüveriyor. Aslında devamı da var ama ben bir türlü anlayamıyorum tam olarak ne söylediğini.

Neyse sonunda seçim yapılıyor ve oyunumuz devam ediyor.

Keşke hayatta arada kaldığımız, kararsızlık yaşadığımız tüm konular için böyle bir sistem çözüm olsa. Bilsek ki “o piti piti” demeye başladığımız an bir güç bizim parmağımızın doğru kararda durmasını sağlayacak. Bilsek ki neyi seçersek bizim için en doğrusu o olacak. Ne güzel olurdu değil mi?

Hayat bir oyun olsaydı mesela. Zaten yaşam biraz satranç gibi ama sonuçlar daha ciddi, daha da uzun düşünülmesi gerekiyor bazen.

Halbuki bizim bızdıklar öyle mi? Onlar gözlerini açtıkları andan itibaren başka şekilde bir yaşam gütmüyorlar zaten. Başka birşey bilmiyorlar ki – herşey bir oyun ve aslında oyunlarla öğreniyorlar.

Sabah yataktan kaldırmaya çalıştığımda benim güzel kızıcım gözlerini açmakta zorlanıyorsa, hemen elime sevgili köpeği Gofret’i ya da ayısı Checkers’ı alıp onları konuşturmaya başlıyorum. Pıt hemen gözler açılıyor ve kocaman bir gülümseme. Bu oyunu o kadar seviyor ki bu sefer de tekrar ve tekrar istiyor, yatağında bir kukla tiyatrosu kurulsun diye arzuluyor.
Bu sefer de geç kaldığımızı farkeden ben, onu gerçek hayata döndürebilmek için, çoktan okul yolunu tutmuş olabilecek arkadaşlarının isimlerini sıralamaya başlıyorum.

“Bak herkes yolda ya da hazırlanıyor, biz geç kalacağız.”

“Checkers söylesin anne.”

Ben sesime daha kalın ayı tonlaması yapıyorum (kusura bakmayın):

“Mayacım hadi giyin artık bak arkadaşların yoldaymış.”

“Şimdi de Gofret ona cevap versin anne.”

“Havvvv havvvvvvvvvv, Maya hadi kalk, önce çiş, el yüz yıkama, hadiiiii.”

Bu böyle devam ediyor. Ben pek sabah insanı değilimdir. Yani uyanır uyanmaz konuşmaya başlayan cıvıldayan tiplerden hiç olmadım. Benim 5-10 dakikaya ihtiyacım var kendime gelmem için. Tamam, tamam Mengücüm, biraz daha fazla belki de…
Ama hayatıma bu minik oyunbaz girdiğinden bu yana böyle bir lüksüm de kalmadı zaten.

Bir süre önce konuşuyorduk sevgili eşimle. Bana Maya’yı göstererek “Ne güzel çocukların hayatı oyun üzerine kurulu. Keşke hep öyle kalsa, niye değişiyoruz ki acaba?” dedi.

Güzel soru. Niye değişiyoruz?

Böyle soru olur mu canım dediğinizi duyar gibiyim. Tabii ki sorumluluklar, hayatın zorlukları, büyüyünce bizden sosyal anlamda beklenenler, bu beklentileri karşılamak adına yapmaktan vazgeçtiklerimiz ya da yapmayı hedeflediklerimiz ve bu hedeflere ulaşabilmek için yapmamız gerekenler, yaşanan tatsızlıklar, üzüntüler, korkular, başkalarının sorumlulukları,vs. vs.
Hepsi oyunu bırakmamıza sebep oluyor. Ciddileşiyoruz, kaşlarımızın ortasında ciddiyet çizgileri çıkmaya başlıyor.
Hatta biraz oyun kırıntısı kalmış olanları da yargılarız hemen “Amaaan büyüyemedi bir türlü. Çocuk hala. Ne zaman olgunlaşacak kim bilir?” Halbuki belki de onların yaptıklarına özeniriz.

Aslında temelimizde oyuncu bireyler var, çocukluklarından kalma oyuna, çocukluğumuzdaki keyifli anlara özlem var. (Niye herkes botoks yaptırıyor sanıyorsunuz?)

Mengü mesela oyuncakları, maketleri hala çok sever, oyuncakçılarda saatlerce dolaşabilir. Özellikle de yurt dışında dev oyuncak mağazaları oluyor. Mesela FAO Schwarz benim eşimin en sevdiği yerlerdendir. Bu özelliğini çok ama çok seviyorum gerçekten. Onun oyun oynamaktan aldığı zevk hem bana hem Maya’ya yarıyor. Kızımız da arada bize bakıp gülüyor ve “Çok komiğiz biz” diyor.

Keşke oyun oynamayı bırakmasak, zorlukları böyle aşsak.

Hadi biraz deneyelim mi yeni yılda. Ne dersiniz? Komik olalım, komik.

Düşmekten Sıkıldım Artık!

Şu ara kızıcığım herşeyden sıkılıyor ya…

Düşmekten de sıkıldı yavrucak. Kim haksız diyebilir ki… Gerçekten düşünürsek ne kadar çok düşüyor çocuklar. Zaten “Çocuk düşe kalka büyür” sözü boşuna sarf edilmemiş. Öyle çok düşüyorlar ki, bir ara, sanırım geçtiğimiz yazdı, bayağı endişelenmiştim. Sürekli ayakları birbirine dolanıp yere kapaklanan, dizlerindeki yaralar bir türlü iyileşmeyen Mayacık beni endişelendirmişti.

Ailemizin ortopedi uzmanı Dr.Ufuk Talu’da kendimi bulup, Maya’da bir sorun olmadığından emin olmak istedim. Henüz bacakları olması gerektiği gibi düz olmadığından ki bu ancak 4 yaş itibari ile oluyormuş, ayaklar birbirine dolanıyormuş gerçekten. “Endişelenmeyin, gayet normal. Yalnız dikkat etmeniz gereken bazı oturma pozisyonları var” diyen doktorumuzu can kulağıyla dinledikten sonra rahatlamış bir şekilde oradan ayrılmıştım.

Konu düşmekten açıldı ya, ben de sakar bir tipimdir. Çok dikkat etmeme rağmen (belki de işte tam bu nedenle), mesela yerde incecik bir buz tabakası gördüğüm an bilirimki az sonra yerde oturuyor olacağım. İyisi mi ben teslim olayım, çöküvereyim şuracığa.

Üniversiteyi Ankara’da okurken, o zorlu kışlarda okulun en çok düşenleri arasında olduğum şüphe götürmezdi.

Fakat esas paylaşmak istediğim sadece fiziksel düşme eyleminin ötesinde, hayatımızdaki düşüşler.

38 senelik hayatıma baktığımda (yepyeni bir 38liğim ben artık, 40’a çok az kaldı…) çıkışlar kadar etkilemese de inişler, düşmeler, tökezlemeler, düşürülmeler yaşamışım. Hayatın bir parçası. Bununla da başa çıkmayı, ayağa kalkıp ilerlemeyi öğrenmek gerekiyor. Önceleri çok acıyor, acı hiç geçmeyecek sanıyor insan ki ana sebep çok da minik birşey olabiliyor. Belki minicik bir basamaktan düşürmüş biri sizi, söylediği ufacık bir lafla ya da sadece bir arkadaşını size tercih ederken yaptığı acımasızlıkla sizi bulunduğunuz noktadan aşağı çekmiş.

Çok çeşit bu düşüşler ama ilk aklıma gelenler:

OKULDA…
Okul zamanı, daha minicikkenden itibaren arkadaşlık, grup oluşması, gruptan dışlanmak ya da bir gruba katılmak ne önemli konulardır. Üç arkadaş çok samimi iken ikisinin belki de saçma sapan bir sebepten birlik olup, üçüncüyü dışladığına ne kadar çok şahit oluruz. O üçüncü olmak istemez kimse. Olmamak için de ne gerekiyorsa yapar.

Haberlerde de duyarız ya, girdiği arkadaş grubunun kötü alışkanlıklarından edinen saf çocuk, onlar gibi olmak ve kabul edilmek adına neler yapar. Bu aslında düşmek istemeyen bir çocuğun bulduğu bir çözümdür.

İŞ HAYATINDA…
Öte yandan iş hayatına gelindiğinde, çalıştığınız şirkette yükselebilmek adına oynanan oyunlar, takılan çelmeler hep diğerini düşürmek, kendini bir üst basamağa çıkartmak için değil midir? Gerçek ekip çalışmasını kaç şirkette görebiliriz? Genelde işi yüklenen kişilerle, kendini çok iyi pazarlayan ama aslında diğerlerine iş yaptıranlar vardır. Hangisi daha hızlı yükselir? Bu, karar mekanizmasının ne kadar düşerek bulunduğu yere geldiğine de biraz bakmaz mı?

AŞKTA…
Derken aşk hayatına geldiğimizde en can alıcı, en üzücü düşüşler ve düş kırıklıkları burada vardır. Sevdiğiniz kişi birden bire sizi sevmemeye karar verir ya da birden fazlasını sevmeye. GÜMMMMM!!! Düştük işte.
Bir de platonik takılan, her daim düşüşte olanlar var. Onların ayağa kalkması zaten zor, adeta canları düşmek istiyor. Elinden tutup kaldırmaya kalktıkça sizi de beraberinde düşürür.

Ve biz düşmekten sıkılırız, aynen çocuklarımızın sıkıldığı gibi. E ne olacak o zaman?

Hayat devam ediyor. Biz de ayağa kalkmaya, dersimizi almaya ve tekrar düşene kadar devam etmeye karar vereceğiz.

Her bir düşüşün hemen o an olmasa da, beraberinde bir ders, bir öğreti getirdiğini ve bunun da beni ileride daha tehlikeli düşüşlerden koruyacağına inanmak bana hep güç verdi (Biraz da taktığım pembe gözlüklerin faydası var.) Ben de kızıma eğer bu düşünce şeklini verebilirsem kuvvetli bir kişilik yetiştirebileceğimi düşünüyorum. Düştüğünde hüngür hüngür ağlasa, isyan etse de, sonrasında gözyaşlarını silip hayata devam edebilecek güçte bir kişi. Yaşadığı hayal kırıklıklarının onu acı ve sert bir insan yapmasına izin vermeyecek kalbe ve kişiliğe sahip bir insan.

Bunu gerçekleştirebilirsem ne mutlu bana 🙂

Yoksa düşmekten ben de gerçekten sıkıldım! Nerede benim pembe gözlüklerim? Hah! Şimdi oldu 🙂 Hayat ÇOK GÜZEL!!! :)))