Eyvah ki ne eyvah! Gitgide daha çok anneme benzemeye başladım. Siz de aynısını hissediyor musunuz yoksa sadece ben miyim bunu yaşayan?
Canım anneciğimin pek çok yönüyle örnek aldığım bir kişilik olduğu tartışılmaz. Belki de işte tam bu sebepten bu benzerlik oluşmaya başladı. Ama neden daha önce yoktu da şimdi var? Bu benzeme durumu beklemediğim bir anda dank ettiği için az biraz şaşkınım anlayacağınız.
Burçlardan çok fazla anlamam. Benim için belirli bir burçtan bir yakınım varsa, o kişinin hal ve tavırları burcu için bir göstergedir, normalde tersi olması gerekirken. Annem Oğlak burcu. Benim tanımlayabileceğim Oğlak burcu kararlı, ne istediğini belirleyip hedefini koyduktan sonra asla ama asla bu hedeften şaşmayan, emin adımlarla hedefe tırmanan bir kişilik. Yani siz arada bayılabilirsiniz, sıkılabilirsiniz, değişiklik yapmak isteyebilirsiniz ama o sizi asla bırakmaz sürükler de sürükler. Hele de benim gibi heyecanlı, aceleci, yenilik delisi bir Yay burcuysanız, Oğlak burcuna artık yalvarır hale gelirsiniz: “Tamam amaç buydu ama ben vazgeçtim şunu yapıcammmmm!” Oğlak burcu ise sakin bir tavırla sizi şöyle bir süzer ve “Tamam tamam önce şu hedefimize ulaşalım sonra istediğini yap!”
Canım annemle ilişkimizin temelinde bu yatar aslında. Sevgi ile verilmiş bir disiplin örneklemesi. Yapılması gerekenler ve yapılmak istenilenler önem sırasına göre sıralanır ve çatlasan da patlasan da ta-mam-la-nırrrrr.
Hatta öylesine ki anneme isim takmıştım çok seneler önce. Pek de hoş bir şey değildi belki ama bence komikti ve durumu gayet güzel özetliyordu: TAVUK!
Aslında şimdi de düşünüyorum da çok doğru çünkü öncelikle tavuk anaçtır. Civcivleri için en iyisini ister. Ama onların yanlış yönlere saptığını görürse de gagalamaktan çekinmez. Maksat doğru yere gitmektir, kimseye zarar gelmemesi önemlidir. Haaa bir de bu arada cır cır konuşur tabii ki… (Annecim umarım gülüyorsunuzdur şu anda bu yazıyı okurken.)
Buraya kadar bir başkasını anlattım sandınız değil mi? Hayır efendim, çok yanıldınız. Resmen kendimi anlattım size. İşte ben de artık bir tavuk oldum 🙂
Maya ile ilişkime şöyle çıkabildiğim kadar uzaktan bakmaya çalıştığımda gördüğüm, annemin bana ve ablama yaptığı gibi kol kanat geren ama aynı zamanda sürekli ne yapılması gerektiğini hatırlatan ve işin peşine düşüp, iş gerçekleşene kadar didiklemekten vazgeçmeyen bir anne profili ile minik gözlerini yuvarlayarak “off, puff” diyen bir ufaklık.
Hani sorumluluk vermek istiyorum ya çocuğuma, aynı zamanda onun da benim verdiğim sorumluluğu alıp sonuna kadar sebat etmesini de istiyorum. Bu minicik bir görevden daha komplike bir isteğe kadar geniş bir yelpazeye yayılabiliyor.
Ona birisi bir hediye verdiğinde “teşekkür” etmesini bilmesinden, bir şey isterken “lütfen” demesinin otomatikleşmesine, tanıdığı bir kişi ile doğru dürüst selamlaşmanın önemini kavramasından, bunu anladıktan sonra da pratikte uygulamasına kadar pek çok konuda bıdık bıdık uğraşıyorum. Amacım ileride sosyal anlamda çevresi tarafından beğenilen ve istenilen bir kişi olması. Çünkü kabul etmemiz gerekir ki ne kadar güzel bir görüntü sergileseler de, çocuklarımız arsız, antisosyal ya da yıkıcı olurlarsa, bir o kadar istenmeyen kişiler olacaklar etraflarınca. Bu da onların hem sosyal, hem de iş yaşantısında çok mutsuz ve yalnız olmalarına sebep olacak. Yani temelde yine kendileri zarar görecek.
Eski iş yerimdeki müdürlerimden biri yakın zamanda çok önemli bir saptama yaptı: “İş hayatında gerçek anlamda başarılı olan kişilere bir bak. Hepsinin ortak özelliği güzel kişiler (iç güzellik anlamında) olmaları. İçin dışın birse, ahlaklı bir insansan ne yaparsan yap mutlaka fark edilirsin ve güzel bir yerlere gelirsin.”
Ne kadar doğru değil mi? Bir düşünün… Aileden geçme bir işi üstlenenlerin dışında, tam anlamıyla profesyonel olarak başarıyı yakalamış kişiler genelde çok nitelikli ve yapıcı, sosyal anlamda da kuvvetli kişilikler oluyor.
Peki bu nasıl oluşuyor? İşte biz anne ve babalar bunun ilk tohumunu atanlarız aslında. Çünkü sosyal başarı içtenlik varsa oluyor. İçtenlik ise ancak doğalsa oluşuyor. Yani nasıl yeme ve içme alışkanlıkları 6 yaşa kadar oluşuyorsa ya da temeli atılıyorsa diyelim, sosyal alışkanlıklar da evde oluşuyor. Sokakta pratiğe dökülüyor.
Tabii ben şimdi 3.5 yaşındaki bızdığımı karşıma alıp da “Bak Mayacım şimdi sen bunun değerini anlamıyorsun ama 21 yaşına geldiğinde çok işine yarayacak, sorumluluk sahibi, sosyal bir insan olacaksın,…” diyemiyorum. Henüz o kadar kafayı yemedim. Gerçi yakında onu da yaparsam şaşmayın. Ama önemli olan şu anki resim karemizde, kızıcığına bazen tatlı bazen o kadar da tatlı olmayarak doğru yolu göstermeye ve gösterdiğinin öğrenildiğinden emin olmaya çalışan bir anne ile karşısında bazen ona gülen bazen de pöffff diyen bir minik var. Evet daha şimdiden oflamaya poflamaya başladı bizimki. Yakında ben evi terk ediyorum derse şaşmayacağım. Gerçi ben bunu canım anneme hiçbir zaman demedim ama zamane gençliği belli mi olur?
Sonuçta ben her geçen gün daha fazla anneme benzemeye ve onun yaptıklarının aslında ne kadar doğal olarak benden de kızıma aktığını şaşırarak gözlemlemeye başladım.
“Mayacııımmm dişlerini fırçaladın mı?”
“Mayacııımmm okula bir resim yapıp götürmemiz gerekiyor. Hadi gel canım önce onu bitirelim, sonra Kipper seyredersin.”
“Mayacııımmm vitaminlerini al bakalım.”
“Tatlım bak yarın akşam babaannede kalacaksın. Ona minik birşey götürürsen çok hoş olur. Cup cake alalım mı? Hem Bulut’a da ikram edersin.”
“Mayacım artık okumadığımız kitaplarını ve oynamadığın oyuncaklarını Starbucks’a/ToyzzShop’a götürelim. Almaya imkanı olmayan, üzülen çocuklara yollasınlar.”
“Yılbaşı geliyor canikom. Ben kartlarımızı yazarken sen de zarflara adres etiketlerini yapıştırmak ister misin?”
Ve daha niceleri. Hepsinde bir mesaj vermeye çalıştığımı, bir sorumluluk alması için teşvik ettiğimi dönüp baktığımda görüyorum. Umarım kızıcık da ileride, belki farkında bile olmadan, kazanılması gereken değerleri çocuklarına aşılar.
Tavuk annecim benim, iyi ki varsın!
O piti piti karamela sepeti
Terazi lastik
Cimlastik
Biz size geldik
Eğlendik…
Birkaç seçenek ya da kişi arasında seçim yapılması gerektiğinde işaret parmağımızı ağzımıza götürüp oooooo dedikten sonra söylediğimiz nakaratlardan biri bu. Şimdi Maya’da bunu öğrenmiş, söyleyip duruyor. O kadar şeker ki, micik parmağını ağzına götürürken o minik ağız kocaman açılıyor, sanki tüm elini ağzına sokacak. Abartılı bir tonlamayla “oooooo” deniyor ve ardından çatlak, hafif detone bir sesle tüm nakarat ağzından dökülüveriyor. Aslında devamı da var ama ben bir türlü anlayamıyorum tam olarak ne söylediğini.
Neyse sonunda seçim yapılıyor ve oyunumuz devam ediyor.
Keşke hayatta arada kaldığımız, kararsızlık yaşadığımız tüm konular için böyle bir sistem çözüm olsa. Bilsek ki “o piti piti” demeye başladığımız an bir güç bizim parmağımızın doğru kararda durmasını sağlayacak. Bilsek ki neyi seçersek bizim için en doğrusu o olacak. Ne güzel olurdu değil mi?
Hayat bir oyun olsaydı mesela. Zaten yaşam biraz satranç gibi ama sonuçlar daha ciddi, daha da uzun düşünülmesi gerekiyor bazen.
Halbuki bizim bızdıklar öyle mi? Onlar gözlerini açtıkları andan itibaren başka şekilde bir yaşam gütmüyorlar zaten. Başka birşey bilmiyorlar ki – herşey bir oyun ve aslında oyunlarla öğreniyorlar.
Sabah yataktan kaldırmaya çalıştığımda benim güzel kızıcım gözlerini açmakta zorlanıyorsa, hemen elime sevgili köpeği Gofret’i ya da ayısı Checkers’ı alıp onları konuşturmaya başlıyorum. Pıt hemen gözler açılıyor ve kocaman bir gülümseme. Bu oyunu o kadar seviyor ki bu sefer de tekrar ve tekrar istiyor, yatağında bir kukla tiyatrosu kurulsun diye arzuluyor.
Bu sefer de geç kaldığımızı farkeden ben, onu gerçek hayata döndürebilmek için, çoktan okul yolunu tutmuş olabilecek arkadaşlarının isimlerini sıralamaya başlıyorum.
“Bak herkes yolda ya da hazırlanıyor, biz geç kalacağız.”
“Checkers söylesin anne.”
Ben sesime daha kalın ayı tonlaması yapıyorum (kusura bakmayın):
“Mayacım hadi giyin artık bak arkadaşların yoldaymış.”
“Şimdi de Gofret ona cevap versin anne.”
“Havvvv havvvvvvvvvv, Maya hadi kalk, önce çiş, el yüz yıkama, hadiiiii.”
…
Bu böyle devam ediyor. Ben pek sabah insanı değilimdir. Yani uyanır uyanmaz konuşmaya başlayan cıvıldayan tiplerden hiç olmadım. Benim 5-10 dakikaya ihtiyacım var kendime gelmem için. Tamam, tamam Mengücüm, biraz daha fazla belki de…
Ama hayatıma bu minik oyunbaz girdiğinden bu yana böyle bir lüksüm de kalmadı zaten.
Bir süre önce konuşuyorduk sevgili eşimle. Bana Maya’yı göstererek “Ne güzel çocukların hayatı oyun üzerine kurulu. Keşke hep öyle kalsa, niye değişiyoruz ki acaba?” dedi.
Güzel soru. Niye değişiyoruz?
Böyle soru olur mu canım dediğinizi duyar gibiyim. Tabii ki sorumluluklar, hayatın zorlukları, büyüyünce bizden sosyal anlamda beklenenler, bu beklentileri karşılamak adına yapmaktan vazgeçtiklerimiz ya da yapmayı hedeflediklerimiz ve bu hedeflere ulaşabilmek için yapmamız gerekenler, yaşanan tatsızlıklar, üzüntüler, korkular, başkalarının sorumlulukları,vs. vs.
Hepsi oyunu bırakmamıza sebep oluyor. Ciddileşiyoruz, kaşlarımızın ortasında ciddiyet çizgileri çıkmaya başlıyor.
Hatta biraz oyun kırıntısı kalmış olanları da yargılarız hemen “Amaaan büyüyemedi bir türlü. Çocuk hala. Ne zaman olgunlaşacak kim bilir?” Halbuki belki de onların yaptıklarına özeniriz.
Aslında temelimizde oyuncu bireyler var, çocukluklarından kalma oyuna, çocukluğumuzdaki keyifli anlara özlem var. (Niye herkes botoks yaptırıyor sanıyorsunuz?)
Mengü mesela oyuncakları, maketleri hala çok sever, oyuncakçılarda saatlerce dolaşabilir. Özellikle de yurt dışında dev oyuncak mağazaları oluyor. Mesela FAO Schwarz benim eşimin en sevdiği yerlerdendir. Bu özelliğini çok ama çok seviyorum gerçekten. Onun oyun oynamaktan aldığı zevk hem bana hem Maya’ya yarıyor. Kızımız da arada bize bakıp gülüyor ve “Çok komiğiz biz” diyor.
Keşke oyun oynamayı bırakmasak, zorlukları böyle aşsak.
Hadi biraz deneyelim mi yeni yılda. Ne dersiniz? Komik olalım, komik.
Category: Günlük Hayat