Bir dilek tutsanız ilk ne olurdu? En başta, ilk anda aklınıza gelen şey nedir? Sizce bu hayatta sizi en çok ne mutlu eder?
Sağlık?
Mutluluk?
Başarı?
Ekonomik refah?
Huzur?
Güzellik?
…
Ne zor bir soru değil mi? İnsanın bir tane dilek dileme şansı olsa, ne dileyeceğini şaşırıyor. Aklına pek çok dilek geliyor, pek çoğu diğeri olmadan bir işe yaramıyor. Sadece sağlık yeterli mi mesela çok fakirseniz? Ya da çok zenginlik mutluluk mu demek, eğer sağlığınız tehlikedeyse?
Bir Dilek Tut’tan bahsetmiştim size birkaç yazı öncesinde. İşte Bir Dilek Tut, 3-18 yaş arası hayati tehlike taşıyan bir hastalığa sahip çocukların dileklerini yerine getirmek ve bu şekilde onları daha fazla hayata bağlamak üzere kurulmuş. İşleri zor. Çünkü pek çok aile maddi yardım ya da ihtiyaç karşılanması beklentisi içerisinde. Zor durumda olan çocuklarının ne hayal ettiği öncelikli değil, daha önemli sıkıntıları var zira.
Ama bence burada yapılmaya çalışılan çok çok önemli. Pek çok hastalık olumlu bakış açısı ve yapıcı bir yaklaşımla sağlığa dönüşebiliyor. Öyle olamasa bile o kısacık zamanda bir miniğin hayal edebilmesi ve bunun gerçekleşmesi kadar güzel bir şey var mı sizce?
Bugün özel bir gün. Size bahsetmiştim, ilk dilek gerçekleştirileli tam 30 sene geçmiş. Bugün “29 Nisan Dünya Dilek Günü”…
Türkiye ve pek çok ülkede kutlanıyor.
Ben de bugün bu güzel derneğe birazcık da olsa yardım edebilmiş olmanın mutluluğunu yaşıyorum.
Bugün benim görevim Ortaköy’de dernek adına tanıtım yapmaktı. Benim gibi iki gönüllü daha Ortaköy’deydi. Ortaköy’ü bana sunulan seçenekler arasından seçtim. Diğer bölgelere göre evime yakın, Sihirli Sayfalar’a yakın (malum bugün okuma saatimiz var),… Zaten nereyi istesem onlar için uygun, her türlü destek kucak açılarak karşılanıyor sonuçta.
Yapmamız gereken, bugüne özel hazırlanmış broşürleri ve yaka iğnelerini (çok güzel mavi bir yıldız) karşılaştığımız kişilere vermek, iğneleri takmalarını sağlamak ve dernek hakkında bilgi vermek. Para istemek yok, kontakt bilgisi gibi şeyler istemek yok, uzun anketler doldurtmak yok, kayıt almak yok,… Gayet masum bir çalışma.
Ben öyle düşünüyorum ama halkımız fazlasıyla tedbirli (!)…
Çoğu kişi benim onlara doğru bir adım atmamla birlikte, benden kaçmaya çalışıyor. Yarım yamalak dinliyor, söyleneni duymuyor bile. Yüzlerinde garip ifadeler. “Konuş konuş heyecanlı oluyor” tarzı daha ukala olanlarından, “Ayyy gene mi tanıtım, bıktım, duymak istemiyorum” şeklinde bıkkın olanlarına, gördükleri an cüzzamlı gibi kaçışanlarına,… Çeşit çeşit, cins cins,…
Hatta bir aşamada birisi bana öyle ters davrandı ki, oradaki kahvede çalışan eleman bile bana acıdı da yanıma gelip “Abla sen üzülme, ver bana bir rozet daha, ben birilerine takarım. İnsan mı bunlar?!!” diye beni teselli etmeye çalıştı 🙂
Bu arada ben de kendi adıma bu tecrübeden bir ders çıkartmadım değil. Ben de eminim hiç tanımadığım, elinde bana doğru uzatmış olduğu bir rozet, broşür veya benzeri bir eşya ile yaklaşan bir kişiyi çoğu zaman dinlemiyorumdur. Hiç bir zaman ters ya da aşağılayan bir tavır içinde olmam zira biliyorum ki onlar da bir iş yapma derdinde. Ama dinlemediğim çok olmuştur. İnsan ancak kendini o konumda bulunca işin iç yüzünü anlayabiliyor.
Ha, hakkını yemeyelim, gayet güzel dinleyen, rozetini yakasına takan, hatta bizi görünce kendiliğinden gelenler de oldu. Anlattıklarımızı “duyanlar” bize teşekkür ettiler. Nasıl destek olabileceklerini sordular. Başkalarını getirip, onlara da rozet taktıranlar oldu.
Saat 16:15 gibi koşar adımlarla oradan ayrılıp, okuma saatimize yetiştim. Bu sefer ben okumayacağım, ENKA Okulları Anaokul Kütüphanesi Öğretmeni Ebru Hanım okuyacak. Ama olsun, ben ön ayak olmuşum, Ebru Hanım gönüllü olmuş, mutlaka orada olmalıyım.
Okuma saati ve aktivitemiz bitip de tam Ortaköy’e dönecekken, oradaki arkadaşlardan telefon geldi. Kısa bir süre sonra aktiviteyi sonlandıracaklarını anlattılar bana. Ortaköy halkı ve ziyaretçileri tam bir hayal kırıklığıydı. Kimse ilgilenmiyordu ve daha fazla orada vakit geçirmeye gerek yoktu.
Böylece bugünlük yardımım sona ermişti.
Kızıcığımı okumadan alıp, eve doğru giderken düşüncelere daldım. Bu vatanın çocukları için bir şey dilesem, ne dilerdim? Herhalde bugünkü tecrübeden sonra daha duyarlı yetişkinler dilerdim.
Ya siz ne dilerdiniz?
Geçenlerde Maya ile bir kitap okurken, kitaptaki bir ayının dilek tutmasıyla ilgili bir cümle vardı. Maya’da hemen bana dönüp “Annecim, dilek nedir?” dedi.
Ben de ona “İstediğin bir şeyi düşünürsün ve olmasını hayal edersin. Mesela doğumgününde sana alınmasını istediğin bir hediyeyi düşünüp, isteyebilirsin. Bu bir dilektir. Bazen bu dilekler gerçek olur” diye mümkün olduğunca basit bir şekilde izah etmiştim.
O da bunun üzerine Batman ve Spiderman hediyesi dilediğini söyledi bana 🙂 Şu ara hayatımızın baş karakterleri Batman ve Spiderman. Büyük ihtimalle örnek aldığı ve çok sevdiği kuzeninden esinleniyor bizimki.
Neyse, benim bu yazıda bahsetmek istediğim farklı farklı dilekler ve bu dilekleri öncelikle keşfetmeyi, ardından gerçekleştirmeyi kendine görev bilmiş bir dernek: Bir Dilek Tut. (www.birdilektut.org)
Bir Dilek Tut ile ben geçen sene tanıştım. Amaçları çok hoşuma gitti. Klasik yardım kuruluşlarından farklılıkları vardı. Ben de birbirinin aynı işleri yapan kurum ya da kişilerdense, kendine göre bir farklılık göstereni daha kıymetli buluyorum. Bir farklılık yaratabilmek hem düşünce, hem fazlasıyla emek, hem de kendine güven gerektirir. İşte Bir Dilek Tut da bu derneklerden bir tanesi.
Çoğunuz belki çalışmalarını takip ediyorsunuzdur ama bilmeyenlerin de olduğunu gördüğüm için burada size biraz bilgi aktarmak istedim.
Bir Dilek Tut, 1980 yılında ABD’de lösemi hastalığından ölmek üzere olan 7 yaşındaki bir erkek çocuğunun bir dilekte bulunmasıyla ilk tohumlarını atmış. Onun en büyük dileği büyüyüp, polis olmakmış. Bunu öğrenen annesi, birkaç arkadaşı ve Polis Departmanı bu dileği yerine getirebilmek için işe koyulmuşlar. Çocuk için bedenine uygun üniforma, kask ve bir mini polis motosikleti temin edilip, kendisi için hazırlanan özel testi geçtikten sonra polis rozetine de hak kazanmış bu ufaklık.
Bundan iki gün sonra ölen küçük çocuğa, ABD’nde ilk defa bir sivile, resmi cenaze töreni düzenlenmiş ve bu dileğin gerçekleşmesinde rol alan polislerden ikisi tarafindan dilek gerçekleştiren bir vakfin temelleri atılmış.
Bugün bu vakıf dünyadaki en büyük dilek gerçekleştirme kuruluşu olup, 30 ülkede faaliyet gösteren şubeleri ile uluslararası ölçekte etkinliklerini yürütmekte.
2000 senesinde de Türkiye’de çalışmalarına başlamış.
Ben de kendimce yardımcı olmak istedim onlara. Öncelikle bir eğitimden geçmem gerekiyordu. Uygun eğitim gün ve saati belirlendikten sonra, gayet güzel bir sunum ve ardından gelen bilgi paylaşımıyla kanım kaynamaya başlamıştı bile.
Derneğin çeşitli konularda desteğe ihtiyacı oluyor. Finansal destek tabii ki her zaman önemli – gerçekleşecek dilekler var çünkü. Ama bunun da ötesinde, dilek dileyen çocukların dileklerini keşfedecek, onlarla belirli bir yakınlığı kurup hayal etmelerini sağlayacak gönüllülere ihtiyaç var.
Dünyası hastahane-ilaç-ev etrafında dönen bu çocukların hayalleri bazen sadece ihtiyaçlarla sınırlı kalıyor. Bir Dilek Tut’un ise amacı ihtiyaç olunan bir yatak odası takımının teminindense, çocuğun ulaşamayacağını düşündüğü, belki hayal etmeye bile korktuğu bir güzelliğin gerçekleşmesini sağlamak.
Bu hayali keşfettikten sonra asıl heyecan başlıyor. Nasıl gerçekleştirilebilir? Ünlü kişilerle tanışma varsa bu hayalin içinde (mesela ünlü bir futbolcu), o zaman öncelikle kişiyle kontağa geçilmesi gerekiyor ya da prenses olmak istiyorsa o minik, o zaman prensesler nerede yaşar, ne yapar, tüm detayları düşünülüp, nasıl uygulamaya konulacağı konuşuluyor hararetle.
Hepsi genç genç insanlar. Heyecanlı, istekli, engel tanımayan. Ben bir toplantı gününde ofislerindeyken, pat diye Galatasaray Üniversitesi’nden iki genç kız geldi mesela. “Nasıl yardımcı olabiliriz?” diye merak etmişler, uğramışlar.
Bir Dilek Tut beni etkiledi. Bir tek çocuklarla tanışma konusunda kararsız kaldım. Sevgili eşim, beni gayet iyi tanıdığı için uyarma ihtiyacı duydu: “Sen şimdi duygulanırsın, sonra bağlanırsın bu çocuklara. En sonunda da çok mutsuz olursun. İstersen farklı şekillerde yardımcı ol.” dedi. Ben de aynı tereddütü yaşıyordum. Şimdi konuşurken gözlerim dolarsa, saçma sapan bir duygusal duruma sokarsam kendimi, karşımdakini de huzursuz edeceğim,…
Fakat aklım da hep onlarda. Nihayet bir fırsat yakaladım. Para yardımı hariç, ilk fiziksel, bana göre ilk gerçek desteğimi haftaya Perşembe vereceğim.
Haftaya Perşembe Bir Dilek Tut için önemli bir gün. Çünkü 29 Nisan 1980 tarihinde dilenen ilk dilekten bu yana tam 30 sene geçmiş. İşte bu nedenle haftaya Perşembe günü, Bir Dilek Tut ülke çapında kutlama ve tanıtım çalışması yapıyor.
Ben de onların istediği ne varsa yapacağım. Şimdilik bana söylenen Beşiktaş sahil boyu flyer ve iğne dağıtımı yapılacakmış. Yarım günümü ayırmam gerekirmiş.
“Tamam! Başka?” dedim.
“Şimdilik bu kadar. Amaç Bir Dilek Tut’u daha fazla duyurmak, tanıtmak.” dediler.
“Benim çok şeker arkadaşlarım var. Yardım etmek isteyebilirler, olur mu? Bloğumdan da duyururum.” dedim.
Nazikçe teşekkür edip, “Eğitim almış olmaları gerekiyor. Gerektiğinde dernek hakkında bilgi de vermek lazım çünkü” dediler.
Yani sizlere düşen, haftaya Perşembe elinize birileri bir broşür tutuşturmaya çalışırsa, o kişiyle ilgilenmek, bilgi almak, söylediklerini duymak. Sonra da kendinize uygun gelen şekilde destek vermek.
Hepinizin haftaya Perşembe çok önemli bir görevi var anlayacağınız… Kolay gelsin 🙂
Not: Bu görevden yorulup da sizin bızdıkları okuma saatine getirmezseniz bozuşuruz yalnız, şimdiden uyarıyorum!!!
Category: Başkaları İçin
Haydi bakalım, bu koşuşturmalı hayatınıza kısacık bir es verip, hayatın gerçek sesini duymaya ne dersiniz?
Bence hayatın gerçek sesi heyecanlarımız. Ama tatlı, ama ekşi, ama acı… Tüm heyecanlar hayatımızın renkleri aslında. Yaşananlardan akılda kalan anılara bir bakın, bir düşünün.
Aslında ilk akla gelip de saydıklarınız heyecanlı şeylerdir. Genelde de olumlu heyecanlar aklımıza gelir. Eşimizle yaptığımız romantik bir seyahat, arkadaşlarla yaşanmış keyifli anlar, iş yaşamımızdaki bir başarı, belki belirli bir proje, bebeğimizin ilk gülümsediği an,…
Geçen gün canım dostum Begüm’ün doğumgünü kutlaması için mekan arayışındaydık. Onunla telefonla konuşurken “Seni heyecanlandıran bir yere gidelim” dedim. Çünkü özel bir gün ve gerçek bir kutlamayı hak ediyor. Çünkü arkadaşım için “heyecan” önemli bir kavram.
İşte buradan yola çıkarak, ister çocuğuna bakmayı seçmiş bir anne olun, ister kariyerine odaklanmış bir kişi veya torunlarının keyfini sürmekte olan anneanne/babaanne, dedeler olun, heyecan her yerde. Fakat gerçek anlamda hissedebiliyor muyuz? Hissettiğimizde sonradan tarif edebilecek kadar özümseyebiliyor muyuz? Arada bir koşturmaya ara verip, sıradan gün ve anların dışına çıkıp, hayatımızdaki tatlı heyecanları sıralayabiliyor muyuz?
Ya sabah uyandığımızda? O gün bizi heyecanlandıracak bir şeyler bulabiliyor muyuz?
Çok mu istedim?
Belki de…
Ama neden olmasın? Neye odaklandığımızla ilgili bu bence. Malum benim pembe gözlüklerim var. Bir ara kaybetmiştim ama sonra onları bir şekilde geri getirdim şükür.
Fakat bundan da öte, heyecanlı olabilmek, beni heyecanlandıracak bir şeyler bulmak, sanki hayatımın merkezi. Heyecanlandığımda kalbim pıt pıt atıyor, karnımda kelebekler uçuşuyor, yüzüm sanki daha bir renkleniyor, hareketlerim hızlanıyor, damarlarımdaki kanın çok daha hızlı aktığını hissedebiliyorum. Yaşamaktan mutlu oluyorum.
Peki son zamanlarda beni neler heyecanlandırıyor?
En başta 0 km. bızdıklar beni çok ama çok heyecanlandırıyor. Kendi kurduğum, istediğim gibi geliştirebildiğim, onunla ilgili çeşitli projeler planladığım ve bu projeleri adım adım gerçekleştirdiğim için bu blog beni inanılmaz heyecanlandırıyor.
Bununla bağlantılı olarak, bilgisayarımın başına oturduğumda, uygun ortamı sağladığımda ki bu ortam güzel, dingin bir müzik – genelde caz müziği, beraberinde keyifli bir içecek – genelde kahve ya da şarap, evin keyifli bir köşesi – bahçeye bakan bir nokta gibi detaylar içermekte, yazacak güzel bir konu bulduğum an heyecanımın başlangıç noktasında oluyorum. Sonra bu yazının şekillenmesi, giderek bir hamur gibi yoğurulması ve bazen de çıkış noktamdan çok daha farklı bir mesajla bitişi, bunlar heyecanlı geçişler benim için.
Sonra okuma saatlerimiz beni müthiş heyecanlandırıyor. O hafta başı kitap seçiyor olmaktan, akşamına bu kitapları Maya’ya okuyup, onun yorumlarını almaktan, kızıcığımla en favorileri seçmekten müthiş haz alıyorum.
“Acaba yeterince gönüllü baba çıkar mı?” düşüncesine yenik düşmeyip, bu projeyi de Ayşe’nin güzel mekânında gerçekleştiriyor olmaktan ve her hafta yeni bir babanın “Ben de okumak istiyorum” dediği haberini almaktan duyduğum mutluluk, kalbimin daha da kuvvetli atmasını sağlıyor.
Birilerine yardım ediyor olmak, Bir Dilek Tut’un 29 Nisan “Dünya Dilek Günü” için yapılan çalışmalarına destek verecek olma düşüncesi bile beni heyecanlandırıyor. (Bu konuda sizler de belki yardımcı olmak istersiniz – detaylar haftaya…)
Ya da bir arkadaşımın işi için hep birlikte kafa patlatıp, bir proje üretebiliyor olmak kanımın kaynaması için yetiyor.
Maya’yı her okuldan almak için gittiğimde, o nefis ormanımsı yeşil yolda yürürken hızlanan adımlarım zaten heyecanımın bir göstergesi. Kızımın beni ilk gördüğü anki “umursamaz” olmaya çalışan tavrı ama yine de gözlerinde yakaladığım mutluluk ışıltıları kalp atışlarımın koşuya çıkmasına neden oluyor.
Sevgili eşimle yapılan baş başa bir program, ister bir sinema programı olsun, ister bir seyahat, günler boyu heyecan yaşamamı sağlıyor.
Heyecan her mutlulukla birlikte geliyor aslında. Yeter ki biz onu görebilelim. Onun kalışını biraz daha uzatabilelim…
Peki, sizin heyecanlar ne durumda bu aralar? Bu hafta sonu hayatın gerçek sesine odaklanmaya ne dersiniz?
Category: Günlük Hayat