Category: Günlük Hayat

Okuma Saati Başlıyor!

Kitap okumaya ba-yı-lı-rımmmmm… Gerçekten. Özellikle okul dönemlerimde yaz tatillerinden önce annemle evdeki kütüphanemizin başına geçer, o yaz okunacak kitapları seçerdik. Annem genelde dengeli bir karışım yaratmaya çalışırdı. İngiliz klasikleri seçildiyse, biraz da daha hafif okunacaklar aralara serpiştirilir, böylelikle sıkılmam engellenirdi.

Ve tüm yaz boyunca o kitaplar biterdi. Bazıları daha yavaş ilerler, bazıları neredeyse bir günde sonlanırdı.

Kitap kokusu çok özeldir benim için. Sayfalarını şöyle bir karıştırır, o kağıt kokusunu içime çekerim.

Hayat koşuşturması arttıkça okuma sürelerim kısalmaya başladı ama yine de hiçbir zaman bitmedi. Hâlâ başucumda yığınla kitap var, tek tek okunuyorlar.

Aynı alışkanlığı Mayacığıma da kazandırmak istiyorum. Minikliğinden beri kitap okuyorum ona. Artık pek çoğunu ezberlediği için, bazen o da hayali kardeşi Gofret’e kitap okuyor, bazen de ayılarına…

Kitapçılarımız da eskiye göre çok gelişti. Çoğunun çocuk bölümlerinde keyifli köşeler oldu. Oturup çocuğunuzla kitapları almadan karıştırma imkânı buluyorsunuz.

Ama hâlâ eksikliğini hissettiğim okuma saatine hiçbirinde denk gelmedim. Ben de iş başa düştü deyip, soluğu Sihirli Sayfalar‘da aldım. Sihirli Sayfalar nerede mi? Bebek’te. Bebek Parkı’nın tam karşısında cadde üzerinde, gizli kalmış bir yer. İçerisi harika. Sadece çocuklar ve gençler için kitap satılıyor. Çok keyifli bir mekân. Yazın Bebek Parkı’nda bızdıkları oynattıktan sonra, soluğu Sihirli Sayfalar’da alıyorduk arkadaşlarla.

İşte şimdi orada okuma saati başlatıyoruz. 3-6 yaş bızdıklar için her Perşembe saat 16:30’da başlayacak. Bızdıklar 20 dakika, maksimum yarım saat dayanıyor diye kısa tutacağız. Ardından isteyen orada daha da kalıp, kitapları keşfeder. İsteyen Bebek’te vakit geçirir, isteyen civarda birşeyler atıştırıp evine döner.

Haftaya ilki başlıyor. Bir heyecan kitapları seçtik. Okumayı ben yapıcam ama eş dost da söz verdi, onlar da destek olacak. Hep birlikte miniklere okuma sevgisini aşılamaya, doğumgünlerinde oyuncak değil de kitap almayı öğretmeye ne dersiniz?

Bence keyifli olacak, gelebilecek herkesi bekliyoruz !

Tam adres :
Cevdetpaşa Cad. 31/A, Bebek
Midpoint’ten sonra Kırıntı’yı görüyorsunuz. Biraz daha Arnavutköy’e doğru yürüdüğünüzde işte size Sihirli Sayfalar. Karşınızda Bebek Parkı kaydırakları.

Bızdıkların Gözüyle Dünya

Okuldan her hafta farklı çalışmalar eve yollanıyor. İçlerinde resimler var, farklı sanatsal faaliyetler var, neler var neler. Hiç birini atmaya kıyamadığım için yakında daha büyük bir eve taşınmamız gerekecek diye korkuyorum!

Son gelen resimlerden biriydi. Ben baktığımda renkli çizgiler görüyorum sadece. Halbuki o resim yarasaların resmiymiş. Hem de hepsi uçuyormuş!

Bu “modern sanat eserlerinin” daha çok, minik olan bir çocuğun henüz gelişmekte olan çizim becerisiyle alakalı olduğu düşünülebilir tabii. Doğrudur da. Ancak farklı bir açıdan düşünürsek, hayalinde yarattığı çizimi yapmış bir sanatçı da görebiliriz.

Öyle çok kalıplar var ki hayatta. Aslında her şeyi kalıplar içerisinde yaşıyoruz. Bu kalıplardan biraz uzaklaşmak için çırpınanı da “eksantrik”, “cins” ya da “uçuk” olarak damgalıyoruz. Neden? Çoğu zaman sadece alışılmışın dışında olduğu için aslında. Hoşumuza gitmiyor. Bize göre “farklı” olanı,”aykırı” olanı itme içgüdümüz var.

Çocuklarımızla ilişkilerimizde de böyle aslında. Bugün çok değer verdiğim arkadaşım Aslı ile sohbet ederken (kendisi yakın zamanda 0 km.bızdıklar‘a konuk yazar olarak katılacak. Aslıcım bak buradan duyurdum, kaçış yok artık…), zamanında bizlere yapıldığı gibi (bakın yine suçu anne-babalara atıp, işin içinden çıktım :)), çocuklarımıza otomatikman yapılması gerekenleri dikte ettiğimizden bahsediyorduk. Buna engel olmanın ne kadar zor olduğunu konuştuk.

Benim çocukluğumda anne-babalar öyle sabredip çocuk keşfetsin demezlerdi. Küt diye söylerlerdi çocuğa yapması gerekeni, çocuk da yapardı. Konu kapanırdı.

Fazla sorgulayan çocuk hiç hoşa gitmez, sürekli “niye?”, “neden?” diyene de en sabırlısı bile ancak bir, bilemediniz iki defa açıklama yapar, üçüncüsünde “öyle işte canım aaaaaa” derdi. Çocuk da ne yapsın, sorularına son vermek zorunda kalırdı.

Yabancı, özellikle Amerikalı ailelerin çocuklarının girdikleri her ortamda ne kadar rahat soru sorduklarını, ne kadar rahat fikirlerini beyan ettiklerini beğeniyle gözlemlediğimi hatırlıyorum.

Şimdiki anne ve babalar da, her ne kadar öyle görmedilerse de, biraz biraz çocuğa bu güveni kazandırmak için, kendilerini tutmaya çalışıyorlar. Ancak zor tabii. Biz böyle yetişmedik ki. Bazı şeyler otomatik olarak ağzımızdan çıkıyor, bızdığımızın kendi alması gereken kararlara müdahale ederken buluyoruz kendimizi.

Çok geniş bir çerçevede olabiliyor bu. Daha küçük yaşlarda okulda arkadaşıyla bir tartışmaya girdiğinde, onların çözüme ulaşmasını beklemek yerine, sabredemiyor ve atlıyoruz hemen. Çözümü biz onlara sunuyoruz ve ısrarcı da oluyoruz:

“Ahmet o araba benim!”

“Hayır ben oynicam onunla!”

“HAYIR! İSTEMİYORUM OYNAMANI!”

Giderek yükselen ses tonu, kısa zaman sonra ağlamaklıya dönüyor, iş fiziksel olmaya başlıyor veeeeeeeee anneler müdahale ediyor:

“Ahmet yapma yavrum. Ver o arabayı Mete’ye.” diyor Ahmet’in annesi.

“Metecim neden böyle yapıyorsun? Biraz da Ahmet oynasın arabayla” diye atılıyor Mete’nin annesi.

Anneler çocuklarını fedakarlık yapamaya ikna etmeye çalışıyorlar. Her iki taraf da çok kibar ve aynı kibarlığı çocuklarının da göstermesini istiyor. Mümkün mü? Henüz değil. Ama bizler kendimizi tutamayıp çocuğumuza yapması gerekeni söylüyor ve yapana kadar da peşini bırakmıyoruz.

Daha büyük yaşlara gelindiğinde ise, bu sefer daha önemli kararlar almaya çalışan çocuğumuza, olması gerekeni göstermek bizler için kaçınılmaz oluyor. Ve sonuçta ne oluyor biliyor musunuz? Bebeklikten ergenliğe kadar pek çok konuda anne veya babasından ne yapması gerektiğini duyan çocuk, ileriki yaşamında sorun çözemiyor, tökezliyor, şaşırıyor.

Koskoca insanları görürsünüz, iş sahibidir, yöneticidir. Ancak pek çok konuda hâlâ annesine ya da babasına danışmadan karar alamaz. Onları hayatının orta yerine koyar, vazgeçemez. Ne kadar sağlıklı?

Bizler hayatın renklerini belirledik. Bu yelpaze dışına çıkmıyoruz. Halbuki bir çocuğun hayatına baktığınızda herşey yepyeni. Hepsi değişik, hepsi bir keşif.

Etrafımda olan biten ile ilgili farkındalığım kızım sayesinde inanılmaz arttı. Adeta gökkuşağının dışına çıktı renk yelpazem.

Son zamanlarda okuduğum kitaplardan biri “Daddy Needs a Drink” , ebeveyn olmayı bir babanın gözünden anlatıyordu.

Burada özellikle bir bölüm çok hoşuma gitti. Yazar olan babaların, çocuk sahibi olduktan sonra işlerinin nasıl geliştiğinden bahsediyordu. Çünkü kanıksadıkları pek çok konuya şimdi çocuklarının gözlerinden tekrar bakıyor ve tekrar analiz ediyorlardı. Bu da kariyerleri açısından inanılmaz bir artı değer katıyordu.
Kapaktaki viski bardağının da düşünce gücüne katkısı olduğu söyleniyor ama bilemem… 🙂

Sadece yazar olanlar için değil, aslında hepimiz için bir çocuğun gözüyle dünyaya bakmak iyi gelecek. Bizi mutlu kılacak, hayat sevgisi aşılayacak. Gelin gökkuşağındaki renklerden fazlasını keşfedelim. Bızdıklardan öğrenmek için kendimize izin verelim. Bir sefer de onlar bize öğretsin, biz onlara öğreteceğimize. Ne dersiniz?

Babası Ve Kızı Baş Başa

“Nefes alabilmek” başlıklı yazımda bahsetmiştim: Maya babası ile baş başa tatil yapmak istiyordu. Bu konuda çok da ısrarcıydı. Babasını gördüğü her an, onu elinden tutup buzdolabımızın üzerindeki takvimden ne zaman seyahatin gerçekleşeceğini göstermesini istiyordu.

Israrlara dayanamayan baba, işyerinden gelen tüm itirazlara rağmen işinden iki gün izin aldı ve muhteşem ikili baş başa yola çıktılar.

Tabii bu yolculuk öncesi son dakika karar alındığı için (hiç bana göre değil ama eşim spontane programları pek bir sever), Abant mı olsun Kartepe mi sorusuna hızla karar vermek gerekti. Zira sömestr tatili olduğu için her yer dolu idi. Neyse zar zor Abant’ta yer bulundu da bizimkilerin yolculuk rotası belirlenmiş oldu.

Kar yağıyor, hava soğuk. Bizim bızdığın pek öyle kalın ekipmanı yok. Tabii iş anneye düştü. Hemen bir çift kar botu alındı (babaanne olaya destek verip kar botlarını hediye etti – yaşşşaaa babaye), akabinde kot pantalonla donma ihtimali olan yavrumuzun huzuru için kar kıyafetleri kayaktan anlamayan annesi tarafından aranmaya başlandı.

Bir kez daha kayağın ne kadar pahalı bir spor dalı olduğunu, bunun ötesinde ne kadar fazla detayı olduğunu görmüş kaymamaya tekrar karar vermiş bulunuyorum. Bizim bızdıklar için bir kere tek pantalon satılmıyor nedense. Genelde 6 yaş üzeri tek pantalon vardı benim baktığım yerlerde. Size satış elemanları mont + tulum gösteriyorlar. Fiyatlar uçmuşşşşş… Çocuğumun Abant’ta dışarıda donmadan vakit geçirmesini istediğim için yutkunup en hesaplıcasından bir takım aldım.

Neyse, akşamın bir vakti hala rezervasyon kontrol edip (her zaman acaba daha iyi bir yer bulur muyuz düşüncesiyle kıvranıyoruz), eşya toplamaya çalışıyoruz ki sabah vakit kaybı olmasın. Kızımız öyle heyecanlı ki, benimle müthiş bir uyum içerisinde ne istersem istediğim parçadan, hatta ne olur ne olmaz diye fazlasıyla getiriyor.

“Mayacım bu kadar çorap yeter canım. Yok yok bu kazak fazla oldu. Sadece iki gün nasılsa, iki kazak yeter”

Bu arada herkese babasıyla 10 gün tatil yapacağını söylüyor. Bunu duyan arkadaşımız Selin, Maya’ya dönüp “Annen (sensiz) ne yapacak?” demiş. Maya gayet rahat ve umursamaz bir şekilde “Ne isterse onu yapacak!” diye cevabı yapıştırmış. Zamane çocuğu ne olacak… Her şeyi bilmen lazım mı… Benim de güzel planlarım var elbette, iki gün sadece benim 🙂

Neyse valizi hazırlandı. Üzerine baba eşyalarını koyacak. Bu arada kızıcık hummalı bir şekilde ekstra eşya hazırlıyor: oyunlar, bir takım kopmuş kağıtlar, birkaç araba,… Hepsini itinayla seçtiği kocaman naylon torbanın içine koyuyor.

“Mayacım bunlar da mı gidecek?” diyorum yüzümde hafif bir gülümseme – çaktırmamak lazım olayın komikliğini ve onun bu hallerine güldüğümü.

“Evet, bunlar bana lazım” diyor.

Belki sabaha vazgeçer diye üstelemiyorum. Eskiden olsa hemen unuturdu, büyüdükçe unutmuyor bunlar. Gün geçtikçe bizim hafızalar yok olurken, onlarınki giderek daha kuvvetleniyor.

Akşam zar zor uyuyor bızdık.

Sabah erkenden ayakta! Çok heyecanlı. Kahvaltı bile edemiyor. Geç kaldık, geç kaldık… En çok söylediği cümle bu. Çok gülüyorum çok.

Neyse kahvaltılar ediliyor, eşyalar arabaya yükleniyor. Arkalarından su dökücem, elimde Maya’nın Ben10 bardağı. Mengü gözlerimde hüzün işareti arıyor. “Niye gözlerin doldu?” diyor muzip bir ifadeyle.

“Yoo gözlerim falan dolmadı ki” diyorum.

Oysa garip hisler içerisindeyim, hem çok mutluyum iki gün onlar mutlu ben mutlu diye, hem de bir endişe, yoldan korkuyorum. Ailenin “control freak” diye adlandırılan, aslında son derece mantıklı detaylara dikkat eden annesi olarak, kontrolümün dışında ay pardon yani benden uzakta olacakları için az biraz huzursuzum.

“Sakın telefonlarına yolda cevap verme, dikkatin dağılıyor” diye kocamı uyarıyorum. O da bana nazlanıyor “Kızını merak ediyorsun di mi? Niye ben işe giderken böyle uyarılarda bulunmuyorsun bakalım?!”

Neyse sonunda iki kafadar yola çıkıyorlar, ben de arkalarından Ben10 bardağımla su döküyorum.

Gözler hafif ıslak “Allah ayırmasın” gibi normalde telaffuz etmeyeceğim bir cümle çıkıyor ağzımdan. Sonra hemen yapmam gereken işler listemle hızlı bir program yaparak koşturmaya başlıyorum.

Seyahat çok güzel geçmiş. Yalnız Maya daha köprüye gelmeden, “Geldik mi?” diye sormaya başlamış. İlk gün kar yokmuş Abant’ta fakat ertesi gün bol kar olunca bütün günü dışarıda aktivitelerle geçirmişler. Atların çektiği kızağa binmeden, dev kardan adam yapmaya kadar pek çok keyifli an yaşanmış.

İlk gün beni aradıklarında, otelde 5:00 çayındalardı baba kız.

Ertesi akşam eve gelebildiklerinde saat 10:00’du, yollar karlı olduğu için. 5.5 saat arabada olan iki insana göre gayet keyifli görünüyorlardı. Kızıcık eve gelir gelmez, nazını yapmaya başladı, kucağımdan inmedi.

Keyifli bir tatilden sonra en güzeli insanın sıcacık evine ve anne kucağına dönmesi olsa gerek 🙂

Buradan tüm babalara duyuru: kocam herkese öneriyor böyle bir tatil. En önemlisi de cır cır konuşan eşinden “nefes almış” oluyormuş 🙂

Konuk yazar olup kendi ağzından bu minik kaçamağı yazmasını istedim. Belki bir gün…

Ben Farkında Olmadan

Evet sonunda korktuğum başıma geldi arkadaşlar! Yavaş yavaş yitirdiğimi hissettiğim hafızam tamamiyle beni terk etti. Bu elektromanyetik alanlar (Nikken ürünleri kullanınız… dınnn dınnn reklamlar), kirli hava, sentetikler, hormonlu gıdalar, hızlı yaşam falan derken ben de tamamiyle hafızamı kaybettim.

Ha ne diyordum ?

Evet hafıza kaybı… Nasıl mı anladım? Kızım sağolsun.

Vallahi çocuk dediğiniz şey pek bir faydalı. Adeta doğal bir check-up imkanı sunuyor size. Neleri neleri kaybettiğinizi keşfediyorsunuz. Kafayı zaten yemiştim ama hafızam daha bir süre benimle kalır diye düşünüyordum. Eh, bakmış ki bu hatunda pek bir eğlenceli taraf kalmadı, memleketin hali zaten kötü bana eyvallah demiş ve gitmiş, bir elveda bile demeden.

Sadece hafıza mı demiştim? Kızımın tabiri ile “görme organımı” da yitirmiş bulunuyorum sevgili dostlar. Evet, evet… Halbuki daha yeni göz kontrolünden “hafif derece astigmat” teşhisiyle çıkmış lay lay lom dolanıyordum.

Tüm bu keşifler geçen gün Maya sayesinde oldu. Bir baktım kendi kendine konuşuyor. Ne diyor acep diye kulağı kabarttım – annelerin tek kulakları neden diğerinden daha uzundur sorusunun cevabını da bu şekilde vermiş oluyorum – aaaa çocuk biriyle konuşuyor. Hem de gayet mantıklı, “karşılıklı” oyun falan kurdular. Sonra Maya onu azarladı. “Olmaz öyle şey! Şöyle yapacaksın, bak bi daha gösteriyorum, öfff çok sıkılıyorum” dedi.
Derken ayağa kalktı, içeri gitti konuşa konuşa. Beni hiç tınmadan, görmeden (yoksa anlık bir görünmez kadın durumu mu oldu diye de düşünmedim değil) içeri odasına gitti. Hummalı bir çalışma ve hareket, bir sohbet bir sohbet…

Benimle değil, o kişiyle.

Sonra bana geldi. “Anneee Maya’ya söyler misin pijamasını giysin.”
Önce sevindim tabii yaşasın kızım beni görebiliyor diye.
Sonra, “Ne dedin Mayacım?” diye sordum. Sesini karşısında sağır biri varmış gibi yükselterek az önce söylediğini tekrar etti.

“Peki canım sen kimsin?”

“Ben senin oğlunum!”

“Aaa öyle miiiii?” (Eyvah çocuğum garip şeyler söylemeye başladı…)

“Peki bu oğlumun adı ne?”

“Gofret!” (Bu arada Gofret Maya’nın IKEA’dan aldığımız sevgili köpeğinin ismi. Neden benim oğluma bir köpeğin ismini uygun bulduğunu bilemiyorum)

“Haa Gofretcim Maya şimdi nerede?”

“İçeride ama benim söylediğimi yapmıyor. Lütfen sen onunla konuş anne.”

Bu konuşma böyle sürüp gider. Çok baymayayım sizleri.

Oğlum Gofret yaklaşık 2-3 haftadır bizimle. Kendisi zaman zaman yaramazlık yapıp, kızım Maya’yı kızdırır. Ama bazen de Maya Gofret’i bıktırır. Sonuçta olaya benim müdahale etmem gerekir. Bazen Maya, bazen Gofret banyo yapmak istemez, oyunu bozar, etrafı dağıtır, akşam geç yatmak ister. İki yaramazla işim zor anlayacağınız.

Çocukların hayali arkadaşları olur derlerdi. Bizimkinde yok diye düşünürken galiba bize de hayali bir oğul geldi. Maya ona kardeşim diye hitap etmediği için ben de kızıma duyduğum saygıdan ötürü sadece “hayali oğlum” diyorum. Bu hayali durumlar çocukların hayal gücünün ne kadar geniş olduğunun bir göstergesiymiş. Başka bir şey anlaşılmasın…

Şimdi bu yazıyı okuyan aile büyükleri, “Hah, bak biz size kaç zamandır söylüyorduk artık ikinci çocuk zamanı diye. İşte şimdi Maya’da söylüyor. Çocuk kardeş istiyor tabii, geç bile kaldınız. Defnecim zaten senin yaşında…” falan demesinler lütfen.
Her şeyin bir zamanı var. Bu zaman hazır olma zamanı – nasıl hazır olunuyorsa…

Ama önemli değil bizim zaten bir kızımız bir de oğlumuz var. Maya yalan söyleyecek değil ya…

Bir Hocanın Ardından

Yeni tanıştığım bir kişi bana hangi okuldan mezun olduğumu sorduğunda aklıma üniversiteden ziyade ilk olarak ortaokul-lise dönemim gelir ve gururla “Tarsus Amerikan Koleji” derim. Bu cümlenin devamında çoğu zaman karşımdaki kişinin okulumdan bir ya da daha fazla tanıdığı çıkar ve ortak bir tanıdık olup olmadığını keşfetmeye çalışırız.

Klasik bir diyalogdur :

“Sinan’ı tanıyor musun?”

“Hangi dönem?”

“Sanırım ’92 mezunu. Bir de Zeynep vardı onun arkadaşı, aynı dönemden.”

“Haaa evet evet hatırladım tabii…”

Böyle gider konuşma ve zaman zaman ortama, karşımdaki yeni kişiye ısınma, ilk sıcak temas okulum sayesinde olur.

Her zaman gurur duydum TAC‘li olmaktan. Mezunlar dergimizin bu ayki yayını için kimya öğretmenim ve aynı zamanda okulumuzun eski bir mezunu olan Sayın Erdoğan Kaynak benden bir yazı istediğinde önce ne yazsam diye düşünürken, bilgisayarın başına geçince bir nefeste iki sayfa döşenmiştim.

Bu yazıda vurguladığım nokta bir insanın ilk gençlik yıllarını geçirdiği okulunun nasıl karakterini şekillendirebileceği ve TAC‘nin bana kattıkları ile ilgiliydi.
Şimdi de bir anne olarak, çocuğu için aynısını istiyor ama değişen sistemler ve elimdeki seçenekler içerisinde şaşkın dolanıp duruyorum. Sonuçta aradığım Maya’nın okul yıllarını mutlulukla anabileceği, hayata bir adım ileride başlayabileceği, gideceği yönü bilerek ve isteyerek seçecek vizyonunun olabileceği, sıkı sıkı elinden tutacak dostlukların oluştuğu bir ortam. İşte bunları yazmıştım dergideki yazıda.

Bu günün konu başlığı “Bir hocanın ardından…”

TAC‘nin hocaları akılda kalır. Her biri kendine has yapısı ve yaklaşımı ile öğrenciye bir şeyler katar. İşte bu öğretmenlerimizden birini, biyoloji öğretmenimiz Sayın Ahmet Halil’i çok yakın zamanda kaybettik. Bu kaybın 1989 mezunları arasında duyulmasını takiben, biyoloji öğretmenimizle yaşanan enstantaneler paylaşılmaya başlandı. Ben de size bir öğretmenin 20 senelik mezunları için ne kadar unutulmaz olduğunu göstermek ve yaşanan komiklikleri, hatırlanan anları sizlerle paylaşmak istedim. Umarım sizi sıkmam. Neden bu konu ilginizi çekebilir emin değilim. Bazen neden olmadan da yazılır yazılar sanırım…

** Oğuz :
Cengiz’le Çağatay’a tart verdirmişti 2 gün. Çağatay Cengiz’den kopya çekiyor diye. Sonra da Cengiz’den özür dilemişti.

Bir de idrarda şeker testi meşhurdu. İdrar örneği veren kişilerden birini kurban seçip, idrarına bal ekleyip, ders boyunca ‘Allah Allah nereden çıktı bu şimdi, vah vah, ailende kimsede şeker var mıydı evladım?’ diye babacan bir edayla sorardı.

** Neşe :
Kasmadan öğrendiğim tek dersti biyoloji, hocayı da dersi de sevmiştim bu yüzden…
Hoca konuları kitaptaki sıraya göre anlatmazdı… Bir gün geldi derse, bir sinirle gürledi sınıfa “Birinizin suratında, sırıtmanın emaresini görürsem yakarım!!!” dedi. Ya ne oldu derken, döndü tahtaya yazdı konuyu “Chapter 18: Reproduction!”
Sonra sıraları çektirdi sınıfın ortasında yuvarlak bir düzen oluşturdu, dipdibe oturduk kızlı erkekli, dersi dibimizde anlattı hoca! Hayatımın en ciddi dersiydi.

** Ahmet :
Ahmet Halil Hoca orijinal bir öğretmendi, seven sevmeyen herkes katılır eminim ki. Tebeşir atardı ulaşamayacağı yerde ses yapan, konuşan olursa. Çenesi düşükler hatırlarlar. Dersleri heyecanla anlatırdı, o yüzden biyolojiyi sevdim. Ahmet Halil’i de tabii ki. Ben biyoloji odasında cam tarafında 3. sırada otururdum, yanımda da Murat. Bir keresinde Murat’la fiskos konuşuyoruz, ama Murat belli ediyor, kıkırdıyor. Ahmet Halil de kendi ders anlatışına gülüyor sandı. Buna bir soru patlattı, Murat da bildi. Bildi ama gülmeye devam etti. Ahmet Halil tebeşiri fırlattı, tutturamadı, bir tane daha. O da başkasına isabet etti. Bu arada sinirleri tavan yapmıştı. Fırladı sıraya Murat’ın yanına geldi, önünde durup buna Kıbrıs’ı gösterdi. Eskiden kulaktan havaya kaldırmaya Kıbrıs’ı göstermek derdik 🙂
Ben hep muhabbetle hatırlayacağım Ahmet Halil Hoca’yı.

** Hakan :
Camın ısıyı iyi ileten bir madde olmadığını anlatmak için elindeki test tüpü sanki çok sıcakmış gibi yapıp sonra Cem’e verdi. Cem de eli yanacak zannedip test tüpünü yere attı. Ahmet Halil’de bunu bahane bilip Cem’e küçük çaplı kızdı ve camın esasında iyi bir iletken olmadığının altını çizdi.

Bir ilkbahar günü sınıfta en arkalarda oturuyordum. Ahmet Halil domatesin meyve mi sebze mi olduğu konusunda polemikli bir ders anlatıyordu. Ortaya bir domates ve bir salatalık çıkardı ve kendi masasının üzerinde bunları kesti. Henüz yeni mevsime giren ve (şimdi daha iyi anlıyorum) organik olan bu domates ve salatalık öyle güzel koktu ki,ta arka sıraya kadar koku geldi. Müthiş şekilde canım çekti ve öğle yemeğinde salata vardır inşallah diye diye yalandım durdum.

** Mete :
Ahmet Halil: “Bana sıcak kanlı bir hayvan söyleyin.”
Hasan: “Ejderha!”

** Defne :
Ben de Hasan’a hep takıldığını hatırlıyorum. Hatta bir derste gece boyunca sindirim sisteminin çalıştığını, organların işlevini gece boyunca devam ettirdiğini anlatmak için Hasan’a sormuştu: “Sabah uyanınca ilk iş ne yaparsın?” Hasan “Yüzümü yıkarım.” İstediği cevabı alamayınca devam ederdi: “Başka ne yaparsın?” Hasan sürekli başka şeyler söylüyor gittikçe de kızarıyor… En sonunda Ahmet Halil patlamıştı: “Çiş yaparsın oğlum çiş !”

** Sedat :
Renkli kişilikten unutmayacaklarım :
“UYYY” demesi, zırt pırt sözlü yapması,her Cuma deney yapmamızı, sağdan direksiyonlu arabasını,…

Biliyorum çok uzun oldu bu yazı ama eminim daha pek çok kişinin pek çok hatıraları var Ahmet Halil Hoca ile. Huzur içinde yat hocam, bak anlatacak ne çok anımız var…

Yaşamın Özü : Duygular
Yaşamın Özü : Duygular

Sözlükte “duygu” kelimesine baktığınızda karşınıza çıkan anlamlardan biri “kendine özgü bir ruhsal hareket ve hareketlilik” olarak görünüyor. Yani aslında bir kişiyi diğerlerinden farklı kılan özelliklerden biri de karşılaştığı olaylar ile ilgili hisleri, hatta olayları algılayış biçimi, yaşama bakış açısı. Peki bu farklılıkları kişiler özgürce dile getirebiliyorlar mı? (more…)

Nefes Alabilmek!
Nefes Alabilmek!

Nefes almak ne kadar doğal bir hareket değil mi? Vücudun biz farkında bile olmadan, yaşama devam edebilmemiz için gerçekleştirdiği en temel refleks diye de tanımlayabiliriz belki. Tabii diğer reflekslerimizden farkı belirli bir oranda“kontrol edebiliyor” olmamız. (more…)

Walking On Eggs

İngilizcede sevdiğim bir söz bu “walking on eggs” – yani yumurtaların üzerinde yürümek. Sizce kırılmasından bu kadar korktuğumuz, bir yerden bir yere taşıyacağımız zaman ya özel bölmeli kutusuna koyduğumuz ya da ekstradan sarıp sarmaladığımız yumurtalar üzerinde yürümek mümkün mü?

Değil tabii ki…

Bizim bızdıklarla hayatımız da biraz böyle. Yeni nesil anneler (ve çoğu zaman babalar) her şeyi öylesine doğru, öylesine dengeli yapmaya çalışıyoruz ki sonunda dengemiz altüst oluyor ve kendimizi hedeflediğimizden bambaşka bir noktada buluyoruz.

Bir süre önce, hararetli bir tartışmanın içinde bulduk kendimizi. Aynı yaş gruplarında olan erkekli kadınlı bir grup ve anne-babalarımız oturmuş konuşuyorduk. Yakın zamanda bebeği olan bir arkadaşımız zamane ebeveynlerinin ne denli gereksiz girişimlerde bulunduğu hakkında görüşlerini bildirmeye başladı. Konu pedagoga gitmekti.

“Bizim zamanımızda pedagog mu varmış canım? Anne ve babalar disiplinli bir şekilde büyütürlermiş bizi. Bak taş gibi çıktık işte!” diye pedagoga gitmenin gereksiz bir adım olduğunu savunan arkadaşımızı babası gönülden destekledi.

“Tabii canım, şimdiki nesil her şey için bir doktora gidiyor. Para tuzağı bunların tümü.” dedi.

(Biraz Bill Cosby vari bir yorum. Geçenlerde Jay Leno Show’da zamane ebeveynlerini tatlı diliyle eleştiriyordu: “Torunumu köşede tek başına oturur görünce nedenini anlamak istedim. Kızım ‘time-out aldı’ dedi. Ona maç kaç kaç dedim!”)

Herkes konuyla ilgili yorum ve tecrübelerini paylaşmaya başladı birden. Çok komik bir görüntü içindeydik gerçekten. Herkesin söyleyecek ne çok lafı varmış… Cır cır başladık yine.

Ben bu düşünceyi pek doğru bulmayanlardanım. Dönemsel bazda, ağırlıklı olarak kendimi eğitmek için pedagoga gitme taraftarıyım. Mutlaka Maya’da bir sorun olması gerekmiyor. Eşim de aynı şekilde düşünüyor (ya da artık benim garipliklerime teslim oldu – sesini çıkartmıyor garibim.)
Eskiden pek çok şey farklı ele alınıyormuş. Nasıl her yenilik iyi demek değilse, aynı paralelde eski sistemlerin de kanıtlanmış en uygun çözümleri sunduğunu düşünmüyorum.

Tabii bu kadar net olmasa da fikrimi ben de beyan etmeden duramazdım.

“Valla biz destek alıyoruz, öncelikli olarak bizim için. Dönemsel olarak çocuğumuzla hangi oyunları oynayıp gelişimine destek verebileceğimizden, yine dönemsel yaşadığı sıkıntılara çözüm bulabilmek amacıyla. Ya da bazı geçişlerin daha acısız olabilmesi için. Mesela sütten kesmek, emziği bırakmak, okula başlamak gibi”

Arkadaşımız söylenenin bir bölümüne hak verdi: “Canım bir derdin varsa gidersin tabii. Ama yoksa ne diye gidicen, deli gibi para alıyorlar. Üstelik bir çok kitap var. Okursun uygularsın.”

Bizim de derdimiz aslında problem oluşmasını beklemeden, virajları yumuşak almak, kaza yapmamak, yumurtaları kırmamak. Zor tabii, bazen çok zor. İnsanın bazen sorularına cevap alamadığı ya da aldığı cevapların işe yaramadığı da oluyor. Çünkü her çocuk farklı ve her durum da farklı. Belirli durumda x yaş grubu şöyle davranır gibi bir genelleme size çözüm olamayabiliyor.

Maya ile ilk pedagoga gittiğimizde sanırım 11 aylıktı. Ben emzirmeye devam ediyordum. Pedagogumuzun ilk yaptığı bana emzirmeyi bırakma zamanının geldiğini ama bunun için öncelikle kendimi hazır hissetmem gerektiğini vurgulamak oldu. Yaptığımız o ilk görüşmede ağlamamak için kendimi zor tuttuğumu hatırlıyorum. Çünkü kızıcığım ile paylaştığımız en özel an emzirme anımızdı. Sadece ikimiz vardık ve o da ben de bundan büyük keyif alıyorduk. Kendimi hazırlamam 2 ayımı aldı. 13 aylıkken Maya’ya artık onu emzirmeyeceğim mesajını gece uyku öncesi seansımızda verdim. O da bir iki deneme sonrası hiç üstelemedi. Gayet kolay bir geçiş yaşadık. Zaten pek çok ek gıda alıyordu – sebze meyve pürelerini keyifle yiyordu. Bizimki daha farklı bir ihtiyaçtı. Fiziksel ihtiyacın çok ötesinde.

Dönemsel ziyaretlerimizde benim takıldığım ya da tereddütte kaldığım pek çok konuya cevap bulabildim. Uyku düzeninden, birey olma aşamaları, emziği bırakma sürecinden, bezden kurtulmaya kadar pek çok konuda aldığım yardım çok kıymetliydi. Bunun ötesinde önerilen kitapları da okuyunca insan bayağı bilgileniyor. Zaten “What To Expect” serisi ile çocuğunu belirli bir noktaya getiren bir anne olarak, özellikle güvendiğim bir kişinin önerdiği gelişim kitapları benim ilgi alanıma giriyor.

Fakaat şu da bir gerçek ki bazen kafalar oldukça karışıyor. Çok yakın zamanda yaşadığım tecrübe güzel bir örnek olabilir belki. Mayacıkla oyun oynamamı isteyen pedagogumuz bizi gözlemliyordu. Zaten gözlem altındayken pek doğal olamıyor insan. Ne Maya ne de kazık kadar olmuş annesi… Kızıcık hamurla oynamak istedi. İki renk vardı. Sarı ve beyaz. O kendine beyazı seçti, bana da sarı kaldı. Birlikte oyun oynamaktan benim anladığım hem sohbet etmek, hem de her ikimizin de bir şeyler yapması ve sonra birbirimizinki hakkında yorum yapmak. Bu mantıkla ben biraz da Maya’yı kendimce rahatlatmak için yine cır cır konuşmaya başladım.

“Sen ne yapıyorsun Mayacım?”

“Peki ben ne yapayım? Güneş yapsam ne dersin?”

“Bak benim güneşim tamam. Sen ne durumdasın?”,…

derkeeeen doktorumuz “Defne Hanım çok konuşuyorsunuz, fazla yorum yapıyorsunuz” dedi.

Çok şaşırmıştım. Benim birlikte oyundan anladığım buydu. Oysa yapılması gereken Maya’nın oyunu yönlendirmesini sağlayıp, sadece onu izlemek ve gerekli yerlerde beğeni ya da ilgi göstermekmiş. Bunun da nedeni zaten her durumda belirli bir çerçevede hareket etmeye zorlanan çocukların (uyandığı andan yatana kadar konulan kurallar, belirli sistemi olan oyunlar, okul hayatı, vs.) sadece ve sadece kendilerinin yönlendirdiği ve yarattığı bir oyunu oynayabilmeleri ve bu tecrübeyi edinebilmeleri. Ancak bu süre boyunca da tüm enerjimizle orada olduğumuzu ona hissettirmek… Bize rol verseler bile o karakterin ne yapması gerektiğini, ne söylemesi gerektiğini bızdığımıza sormamız gerekiyormuş.

Ne kadar komplike geliyor değil mi? Yani orada olacaksın ama aynı zamanda olmayacaksın. Yorum yapacaksın ama fazla yapmayacaksın falan tarzı, hem o, hem de bu şeklinde bir durum.

Böyle bakıldığında çok zorlandığım anlar oluyor gerçekten:

Hem disiplinli, hem sevecen olacaksın.

Hem bir şeyler öğretebildiğinden emin olacaksın, hem her oyununda öğretme çabası olmayacak.

Hem hayata hazırlayacaksın, zorlukların üstesinden gelsin diye, hem de zorlandığında arkasında kapı gibi annesi ve babasının olduğu hissini vereceksin.

Hem her ağladığında gerekli ilgiyi göstereceksin, hem de bu ilgiyi abartmayacaksın ki ağlamak alışkanlık halini almasın.

Hem atmakta zorlandığı adımda onu biraz iteceksin, hem de kötü düşüp sonrasında hayatta adım atmaktan korkmasına engel olacaksın.

Hem üzülmenin normal olduğunu göstereceksin, hem de üzüntünün, kederin içinde onu boğmayacaksın.

Hem sana kendini açabilecek kadar yakın hissedecek, hem de saygısından hiçbir şey eksilmeyecek.

Hem kuvvetli bir anne örneği görecek, hem de sıcacık bir anne kucağı yaşayacak.

Liste uzayıp gider, Defne yumurtaların üzerinde yürümeye devam eder…

Koşulsuz Sevgi
Koşulsuz Sevgi

Bugünkü Hürriyet Gazetesi eki Kelebek’te Ömür Gedik‘in “Köpek Kokusu” başlıklı bir yazısı var. O kadar güzel yazılmış ki, benim gibi hayvansever bir insanın yüzünde hemen bir gülümseme belirmesini sağlıyor. (more…)

Budun Ağacı

Çocuklardaki hayal gücü inanılmaz. Hem hiçbir şeyden pek çok şey yaratma yetileri var, hem de bu yarattıklarından korkuları…

Mayacık da evimizin bir bölümünden görünen kocaman iki çam ağacına nedense “Budun Ağacı” diye isim takmış. Üstelik bu iki ağacı gayet korkunç görüyor minik gözleriyle.

Her yemeğe oturduğumuzda ya da her garaja girerken o kocaman halleriyle karşımıza dikilen heybetli çam ağaçları benim miniğim için kızgın birer Budun Ağacı.

“Anneee, bak Budun Ağacı bize bakıyor” diyor Mayacık korku dolu bir sesle.

Hem onun hayal gücünü kısıtlamamaya çalışan, hem de işin doğrusunu öğretmeye çalışan ben arada kalmış zavallı bir anne olarak, “Mayacım onun bir diğer ismi de çam ağacı biliyorsun değil mi?” diyorum.

“Hayır! O Budun Ağacı! Çam ağacı başka anne! Ben biliyorum. Sen şaka mı yapıyorsun??!!!” diye kükrüyor minik aslanım.

(Bu arada nedense şaka yapmak sanki kötü bir şeymiş gibi algılanıyor bizim bızdık tarafından. Sanki yalan söylemenin kibarcası – gerçi düşünürsek bazı durumlar için doğru sayılabilir.)

Konuyu uzatmamak için susma hakkımı kullanıyorum.

Derken dışarıda gök gürüldemeye başlıyor. Zavallım gözleri kocaman kocaman olarak dehşet içinde bana sarılıyor.

“Anneeee bak Budun Ağacı kaşlarını çattı ve davul çalmaya başladı.”

“Mayacım, bu gök gürültüsü. Bulutlar kendi aralarında eğleniyorlar, davul çalıyorlar. Çam ağacı, ay pardon yani senin Budun Ağacı sadece onları dinliyor, hem yağmur da hoşuna gitmiştir. Ağaçlar yağmuru çok sever biliyor musun? Sonra başka hangi canlılar yağmuru severdi Mayacım? Sayalım mı?” falan diyerek konuyu değiştiriyorum.

Artık konu değiştirmede uzman oldum. İşin korkulacak tarafı kendi yaşıtlarımla da konuşurken istemediğim bir konuya giriliyormuş gibi hissettiğim an usta bir manevrayla konuyu değiştiriyorum. Bu bızdıklardan daha öğrenecek çok şeyimiz var.

Bu arada dedesine geçen gün nasıl bu yüksek sesten korktuğunu anlatırken, dedesi ona, “Mayacım neden gök gürüldüyor biliyor musun?” diye sordu. Kocaman gözlerini daha da açarak başını iki yana salladı. Bukleler bir sağa bir sola gitti. Hayır cevabını aldığını gören dedesi devam etti, “Çünkü bulutlar birbirine sürtünüyor ve orada elektrik oluşuyor. Bu da hem ışık hem de ses çıkmasına sebep oluyor.”

Bir sessizlik…

Acaba anladı mı diye düşünürken (Zira açıklamayı dinlerken ben bunlar aklında kalmaz herhalde diye düşünüyordum – klasik hata),kızıcık saymaya başladı: “Budun Ağacı, davul, bulutlar, elektrik, gürültü.”

Gülmeye başladık. Evet anlamıştı.

İşin içinde;

Korktuğu Budun Ağacı var
Davullar çalıyor
Bulutlar var
Bir şekilde bir elektrik oluyor
Ve sonuç: bol gürültü (ve tabii korku)

Şimdi ne zaman gök gürüldese yukarıdakilerden bir ya da daha fazlasını sıralıyor hemen.

Her şeyi anlıyor onlar, yeter ki ilginç bir şekilde anlatabilmeyi biz becerelim.