Category: Günlük Hayat

Nenenin Koltuğu

Zor bir hafta yaşıyoruz ailecek. Ailemizin “Cumhuriyet Kızı”nı kaybetmenin acısı çok büyük. O benim “Aloş”um. Arkadaşlarının “Güzel Aliye”si. Sanki bir nesil, çok kıymetli bir dönem bitiyor ve ben bunu bir türlü kabullenmek istemiyorum. Kazık kadar oldum ama duymak ya da görmek, hissetmek istemiyorum bu kadar büyüdüğümü. Bu kayıplar da suratımın orta yerine birer şaplak sanki.

Anneannemin en önemli özelliği her zaman “genç” olmasıydı. Onunla yaşadığım 10 sene boyunca ve daha sonra evlenip kendi evime geçtiğimde de o kadar çok paylaşımımız oldu ki. Benim seyahat arkadaşım, sırdaşım, yol gösterenimdi. En güzel ve en zor zamanlarımda benim yanımdaydı. Güldük, ağladık ve hayatımıza devam ettik.

Derken benim minik bebeğim oldu. Daha önce bahsetmiştim, Maya Amerika’da doğdu. Döndüğümüzde iki aylıktı. O gün şenlikli bir gündü. Şengül Pallı’nın havaalanında bizi aile bireyleriyle karşılaması, evde canım Aloş’umun bizi beklemesi ve evde devam eden fotoğraf çekimleri. Babamın ne olur ne olmaz ikinci fotoğrafçı olarak her daim çekimde olması (ve dolayısıyla çok az resimde yer alabilmesi) ve diğer pek çok detay. O günden en çok aklımda kalan, Maya’yı herkesin kucağına alıp resim çektirmesini sabırla ve kibar bir gülümsemeyle seyreden anneannemin, kucağına Maya’yı hiç beklemediği bir anda oturtmamla yüzünde beliren mutluluk ifadesi. Sonraki dönemde de herkese bu yaptığımı sanki inanılmaz güzellikte bir davranışmışçasına anlatması… Halbuki ne kadar normal ve zaten olması gereken bir şey değil mi?

Ardından ilerleyen zamanda Maya’nın ilk söyleyebildiği kelimenin “NENE” olması için sarfettiği çaba. Her görüştüğümüzde Aloşum Maya’nın karşısına geçer ve heceler: “NE-NE, NE-NE”. Ama tüm bu çabalara rağmen Maya ilk tavşan dedi nedense.

Ve Maya daha da büyüdükçe evimizde nenenin yerini öğrendi. Nene sık sık bizi ziyarete gelirdi ve geldiğinde de oturmayı tercih ettiği köşe belliydi. Hatta o kadar bunu benimsedi ki başkasını oraya oturtmazdı Mayacık. “Hayır, orası nenenin yeri!”

Nenenin hastalığını adım adım takip etti Maya. Ben mümkün olduğunca sansürleyerek anlatsamda yaptığım telefon konuşmalarına kulak kabartan miniğim herşeyin farkındaydı. Son dört ayında Maya’yı neneye ziyarete götürmedim çünkü görüntünün onu üzeceğini biliyordum. Yine de duruma son derece hakimdi ve sürekli takip ediyordu.

“Annecim nene iyileşti mi?”

“Daha değil canikom.”

“Hastanede mi?”

“Hayır canım evde artık ama hala biraz hasta.”

“Boğazında boru mu var?”

“???” (Bunu nereden biliyor? Onun yanında konuştuklarıma çok dikkat etmeliyim.)

Geçen Perşembe aynen nenenin, zamanında ben çocukken yaptığı gibi Maya’yı elinden tutup bir otele çay saatine götürdüm. Hatta çok sevdiği iki arkadaşı ve şeker anneleri de bize katıldı. Otel lobisinde dev, süslü bir çam ağacı. Altında kocaman hediye paketleri, karşıda boğaz manzarası. Lobinin başka köşesinde üzerine kar yağmış bir minik ev ve üzerinde Noel Baba kızağında hediyeleri götürüyor. Evin üzeri lolly-pop kaplı, her gelen çocuğa bir tane veriliyor. Seneler senesi anneannem ve dedem bizi böyle güzellikler görmemiz için o dönem neresi varsa taşıdılar hiç üşenmeden. Şimdi ben de kızıma bunu yapmaya başladım onlardan gördüğüm gibi.

Ancak ertesi gün korkulan haber geldi. Nenenin kalbi durmuştu. İnsanın minik bir çocuğu olması çok ilginç gerçekten. Acilen beni eve çağırdıklarında saat 08:00 gibiydi. Daha yardımcımızın gelmesine bir saat var. Ondan önce gidemem anneannemin yanına. Maya’ya hislerimi, duyduğum acıyı öyle birdenbire en yoğun hali ile göstermemem gerektiğini düşündüm ve sadece nenenin ağırlaştığını ve belki hastaneye kaldırmamız gerektiğini söyledim. Sonra kahvaltısını yaptırıp yardımcımız gelince de evden çıktım. Maya o günki normal programına bensiz arkadaşlarıyla devam etti. Sanki hiçbir şey olmamış gibi.

Bızdığıma bu kaybı nasıl anlatsam diye düşünürken bir süre önce pedagogumuz Feriha Dildar’ın önerisiyle sipariş ettiğim “I Miss You – A First Look At Death” kitabı o gün elime geçti. Bu nasıl bir tesadüftür böyle…

Bu kitabı herkese öneririm. İlla bir ölüm yaşanmasına gerek yok. Ama çocuklar bir noktadan sonra sorgulamaya başlıyorlar, anlamaya çalışıyorlar. Bizde de Maya
10 Kasım’dan bu yana kimin ölebileceğini, hafif korku dolu bir ses tonuyla sorgulayıp duruyor. Atatürk neden öldü? Başka kim öldü? Anneyle baba ölecek mi? gibi pek çok soru sorulup duruyordu.
Çok basit ve çok doğru bir şekilde gerekli ve yeterli bilgiyi vermeniz açısından faydalı bir kitap.

Sonuçta haberi (kitabı hatmettikten sonra) babası verdi Maya’ya. Söylediğine göre birdenbire keyfi kaçmış ve içine kapanmış. O gün benim katılamadığım iki aktivitesi vardı, yılbaşı nedeniyle. İkisinde de keyfi yokmuş, babasının kucağından inmemiş, hiçbir oyuna katılmamış. Kendince yas tutmuş anlayacağınız.

Ertesi gün ben Maya’ya bir teklifte bulundum: “Mayacım, nene öldüğü için onun adına bir tören düzenlenecek. Onu seven büyükler orada olacak. Sen de nene için bir resim yapmak ister misin?”

Hiç ikiletmeden “Evet” dedi miniğim.

Ve biz birlikte oturduk, Maya neneye istediği resmi yaptı. Neneye bu resmi ulaştırma görevi de bendeydi. En minik torunundan ona minik bir hediye.

Şimdi Maya gayet iyi ama annesi hala kendini toparlamaya çalışıyor. “Daha fazla çekmedi, kurtuldu” falan diyerek avunmaya çalışıyor.

Nenenin koltuğu boşaldı ve hep boş kalacak, bu da hayatın bir gerçeği. İyi ki Maya’yı onun kucağına vermişim…
İyi ki, iyi ki.

O Piti Piti Karamela Sepeti!

O piti piti karamela sepeti
Terazi lastik
Cimlastik
Biz size geldik
Eğlendik…

Birkaç seçenek ya da kişi arasında seçim yapılması gerektiğinde işaret parmağımızı ağzımıza götürüp oooooo dedikten sonra söylediğimiz nakaratlardan biri bu. Şimdi Maya’da bunu öğrenmiş, söyleyip duruyor. O kadar şeker ki, micik parmağını ağzına götürürken o minik ağız kocaman açılıyor, sanki tüm elini ağzına sokacak. Abartılı bir tonlamayla “oooooo” deniyor ve ardından çatlak, hafif detone bir sesle tüm nakarat ağzından dökülüveriyor. Aslında devamı da var ama ben bir türlü anlayamıyorum tam olarak ne söylediğini.

Neyse sonunda seçim yapılıyor ve oyunumuz devam ediyor.

Keşke hayatta arada kaldığımız, kararsızlık yaşadığımız tüm konular için böyle bir sistem çözüm olsa. Bilsek ki “o piti piti” demeye başladığımız an bir güç bizim parmağımızın doğru kararda durmasını sağlayacak. Bilsek ki neyi seçersek bizim için en doğrusu o olacak. Ne güzel olurdu değil mi?

Hayat bir oyun olsaydı mesela. Zaten yaşam biraz satranç gibi ama sonuçlar daha ciddi, daha da uzun düşünülmesi gerekiyor bazen.

Halbuki bizim bızdıklar öyle mi? Onlar gözlerini açtıkları andan itibaren başka şekilde bir yaşam gütmüyorlar zaten. Başka birşey bilmiyorlar ki – herşey bir oyun ve aslında oyunlarla öğreniyorlar.

Sabah yataktan kaldırmaya çalıştığımda benim güzel kızıcım gözlerini açmakta zorlanıyorsa, hemen elime sevgili köpeği Gofret’i ya da ayısı Checkers’ı alıp onları konuşturmaya başlıyorum. Pıt hemen gözler açılıyor ve kocaman bir gülümseme. Bu oyunu o kadar seviyor ki bu sefer de tekrar ve tekrar istiyor, yatağında bir kukla tiyatrosu kurulsun diye arzuluyor.
Bu sefer de geç kaldığımızı farkeden ben, onu gerçek hayata döndürebilmek için, çoktan okul yolunu tutmuş olabilecek arkadaşlarının isimlerini sıralamaya başlıyorum.

“Bak herkes yolda ya da hazırlanıyor, biz geç kalacağız.”

“Checkers söylesin anne.”

Ben sesime daha kalın ayı tonlaması yapıyorum (kusura bakmayın):

“Mayacım hadi giyin artık bak arkadaşların yoldaymış.”

“Şimdi de Gofret ona cevap versin anne.”

“Havvvv havvvvvvvvvv, Maya hadi kalk, önce çiş, el yüz yıkama, hadiiiii.”

Bu böyle devam ediyor. Ben pek sabah insanı değilimdir. Yani uyanır uyanmaz konuşmaya başlayan cıvıldayan tiplerden hiç olmadım. Benim 5-10 dakikaya ihtiyacım var kendime gelmem için. Tamam, tamam Mengücüm, biraz daha fazla belki de…
Ama hayatıma bu minik oyunbaz girdiğinden bu yana böyle bir lüksüm de kalmadı zaten.

Bir süre önce konuşuyorduk sevgili eşimle. Bana Maya’yı göstererek “Ne güzel çocukların hayatı oyun üzerine kurulu. Keşke hep öyle kalsa, niye değişiyoruz ki acaba?” dedi.

Güzel soru. Niye değişiyoruz?

Böyle soru olur mu canım dediğinizi duyar gibiyim. Tabii ki sorumluluklar, hayatın zorlukları, büyüyünce bizden sosyal anlamda beklenenler, bu beklentileri karşılamak adına yapmaktan vazgeçtiklerimiz ya da yapmayı hedeflediklerimiz ve bu hedeflere ulaşabilmek için yapmamız gerekenler, yaşanan tatsızlıklar, üzüntüler, korkular, başkalarının sorumlulukları,vs. vs.
Hepsi oyunu bırakmamıza sebep oluyor. Ciddileşiyoruz, kaşlarımızın ortasında ciddiyet çizgileri çıkmaya başlıyor.
Hatta biraz oyun kırıntısı kalmış olanları da yargılarız hemen “Amaaan büyüyemedi bir türlü. Çocuk hala. Ne zaman olgunlaşacak kim bilir?” Halbuki belki de onların yaptıklarına özeniriz.

Aslında temelimizde oyuncu bireyler var, çocukluklarından kalma oyuna, çocukluğumuzdaki keyifli anlara özlem var. (Niye herkes botoks yaptırıyor sanıyorsunuz?)

Mengü mesela oyuncakları, maketleri hala çok sever, oyuncakçılarda saatlerce dolaşabilir. Özellikle de yurt dışında dev oyuncak mağazaları oluyor. Mesela FAO Schwarz benim eşimin en sevdiği yerlerdendir. Bu özelliğini çok ama çok seviyorum gerçekten. Onun oyun oynamaktan aldığı zevk hem bana hem Maya’ya yarıyor. Kızımız da arada bize bakıp gülüyor ve “Çok komiğiz biz” diyor.

Keşke oyun oynamayı bırakmasak, zorlukları böyle aşsak.

Hadi biraz deneyelim mi yeni yılda. Ne dersiniz? Komik olalım, komik.

Ben Yapmadım, Kedi Yaptı !

Hani Candan Erçetin‘in Bahane diye bir şarkısı vardır :

ben özlemedim ki seni
kedi özledi
çağır onu gelsin diye
bana kedi söyledi

diye devam eder. Herşeyi kedi söylemiştir, asla şarkıdaki kişinin düşünceleri değildir 🙂

İşte şu aralar bizim durumumuz da aynen böyle.

“Mayacım çok geç oldu. Neden hala uyumuyorsun?”

“Ben uyumak istiyorum ama kedi uyutmuyor.”
***************************************************

“Tatlım tekrar mı çişin geldi ? Bu son 20 dakika içinde üçüncü oldu. Oyun mu oynuyorsun (uyumamak için)?”

“Hayır benim değil kedinin geldi. Ben ona yardım ediyorum anne.”
***************************************************

“YETER ARTIK SUS DİYORUM SANA !!!”

“Mayacım niye bağırıyorsun? Bağırarak konuşmak hiç doğru değil.”

“Ben değil kedi bağırıyor annecim. Ben ona sus diyorum susmuyor.”

Bu örnekler çoğaltılabilir.

Aslında Maya’nın içinde fırtınalar esiyor diye düşünüyorum bazen. Normalde var olan sakin tavırları bazen hırçın bir aslan yavrusuna dönüşüyor. Bu tavır değişikliğini yaşamak, keşfetmek istiyor ve ne gibi bir tepki alacağını da görmek istiyor sanki. Bizden gelen tepki onu köşeye sıkıştırdığında ise “kedi” ortaya çıkıyor ve suçu üstleniyor. Bu benim yorumum tabii ama hislerim o yönde.

Maya’ya son günlerde taktığımız isim “Miss Attitude.” Herşeye tepki vermesiyle, kaşlarını çatıp, bir Çukurovalı edası ile rap rap rap yürümesiyle gerçekten bu ismi hak ediyor.

Annem bugün içimi rahatlatmak için “Terrible two dönemi dört yaşa kadar devam ediyormuş” dedi. Bense sanki Maya’nın genç kızlık dönemini şimdiden yaşıyormuşum hissinde olduğum için “Bizimkininki 21 yaşına geldiğinde bitecek” dedim.

Bakalım bu kedicikle daha ne kadar karşılaşacağız ?

Diş Fırçası

Bu nasıl başlık böyle? Bu kadın şimdi de diş fırçaları ve hangi fırçaların bizim bızdıklar için doğru olduğunu mu yazacak? DEMEYİN SAKIN !!!

Hayır bambaşka birşey hakkında yazmak istiyorum aslında.

Diş fırçamız nerede durur genelde?

Diş fırçamızın bir mekanda bulunması ne ifade eder?

Peki, birden fazla diş fırçamız, birden fazla mekanda olabilir mi?

Geçenlerde (hep de “geçenlerde” oluyor bu düşünceler :)) Maya babaannesinin davetlisi olarak kuzeni Bulut ile babaanne ve dedede kaldı.

Özellikle Maya iyice bebekken, kayınvalidem benim Maya için hazırladığım kocaman çantaya baktıkça, “Defnecim Maya’nın bazı eşyalarını burada bırak ki her seferinde tekrar tekrar taşımak zorunda kalma” diye nazikçe öneride bulunurdu. O zamanlar bir de Babycook, bezler, yedek kıyafetler, oyuncaklar, banyo malzemeleri, kitaplar falan derken bayağı yüklü seyahat ederdik. Şimdi biraz daha medeni bir şekil aldık galiba…

Neyse, sonuçta yedek birkaç kıyafet (bir kısmı zaten babaanne tarafından edinilmiş), diş macunu ve DİŞ FIRÇASI babaanne-dede evinde sabit durmakta. Maya’nın eşyalarını toparlarken aklıma geldi, diş fırçası babaannesinin evinde. Bu onun bu eve ait olduğunun bir göstergesi aslında.

Buradan yola çıkarak, Maya’nın diş fırçası başka nerede diye düşündüm.

Okulunda. Evet, okulda diş fırçalandığı için bir set diş macun ve diş fırçasını da okula bırakmıştık. Hatta öğretmenleri fırçalar ve macunlar karışmasın diye üzerine fotograflarını yapıştırdılar. Evet Maya’nın ait olduğu bir başka yer de okulu.

Minicik bir bebekken, dişleri ilk çıktığında diş fırçası sadece ve sadece bizim evimizdeydi. Şimdi 3,5 yaşında, sosyal bir benlik olarak hem babaanne-dede evinde hem de okulunda birer fırçası var. Bunları düşünürken içim buruldu bir anda.

Daha da büyüdükçe diş fırçalarının ait olduğu yerler artacak, zaman gelecek üniversite yurdundaki odasında ya da bulunduğu şehir ya da ülkedeki evinin banyosunda olacak. Zaman gelecek sevdiği, aşık olduğu adamın evinde olacak. Acaba o zaman biz “çok modern” geçinen anne ve babasının yaklaşımı nasıl olacak?

Benim tatlı, saf, sakin, sevgi dolu bebeğim büyüdüğünde hayat ona neler sunacak? Karşısına nasıl insanlar çıkaracak? İyi olanları kucaklamayı, ona zarar verenleri farkedip onlardan uzaklaşmayı akledebilecek mi? Diş fırçasını doğru yerlerde bırakabilecek mi?

Sadece bir diş fırçası deyip geçmeyin… Neler görüp geçiriyor o diş fırçaları…

Hepimizin çocuklarının onlara mutluluk ve huzur verecek yerlere diş fırçalarını bırakmaları dileğiyle…

Kafamızdaki Kalıplar

Maya son günlerde “ters” yatmaya başladı !

Yani yatakta normalde başını koyduğu yere şimdi ayakları geliyor 🙂 Başını koyduğu yerde bir yatakbaşı var, yatak odası mobilyalarına uygun. Şimdi yastığı ayakucunda ve görsel anlamda boşlukta.
Bu değişikliği çok garipsedim.

“Emin misin böyle yatmak istediğinden Mayacım?”

“Hı hı.”

“Bak ama bu biraz ters oluyor. İstersen eskisi gibi yat sen yine de.”

“Hayır, ben böyle yatıcam.”

Ya sabır… Bu da nereden çıktı şimdi? Hayır, birşey değil, yatak koruması öteki türlü yatış pozisyonuna göreydi. Şimdi buradan düşebilir… Neyse bu gece böyle yatsın da yarına düzelir herhalde.

Ertesi gün yatak toplanırken tabii eski sisteme göre yastık yine yatakbaşının olduğu yere getiriliyor. Akşam yatak örtüsü açıldığında kıyamet koptu. O minik kaşlarını en korkutucu şekliyle çatıp, en yüksek aslan sesini çıkartarak kükredi miniğim : “Kim değiştirdi yastığımın yerini ??!!! Ben böyle istemiyorum artık !”

Neyse benim ufak itirazlarım işlemedi ve Maya artık yatağında “ters” uyuyor. Bunu düşünürken birdenbire dank etti ! Neden ters oluyormuş? Kime göre ters? Biz başından öteki türlü uyusun diye uygun görmüşüz, yatak başını oraya koymuşuz. Ama şimdi o fikir değiştirdi ve böyle istiyor. Niye ters olsun ki?

Buradan yola çıkarak farkettim ki, bu da kafamızdaki kalıplardan sadece biri. Hayatımızda hepimizin oluşturduğu bazı kalıplar var. Bunların kimisi sosyal baskı olarak adlandırılıyor, kimisi aile yetiştirme biçimi, kimi gelenek ismini alıyor. Aslında bunlar bizlerin oluşturduğu bazı kalıplar, bazı doğru yada yanlışlar.

Nikken işimi kurmaya başladığım dönem, Nikken’in verdiği eğitimlerden biri Liderlik konusundaydı. Eğitmenimiz sosyolog Nurdoğan Arkış’tı. Çok başarılı bir eğitmendi. Kendi hayatından kesitlerle bizlere olması yada olmaması gerekenleri anlatıyordu. Eğitim esnasında vurguladığı önemli bir nokta bazı kalıpların bizlere çok küçük yaşta, çoğu zaman farkında olunmadan yerleştirildiğiydi. Örneğin hayvan korkusu. Bir annenin aynı kaldırımdan kendilerine doğru gelmekte olan bir köpekten çocuğunu korumak için hemen karşı kaldırıma geçmesi ve “Aman yavrum, köpekler ısırır, uzak durmak lazım” cümlesi ile çocuktaki ilk korku tohumunu ekmesi.

Buna birkaç örnek daha eklenebilir :

“Dikkat et düşersin!” gibi anlamsız cümleler (nasıl dikkat edilecek?)

“Koşma terlersin!”

“Yağmur yağarken dışarı çıkılmaz!” Neden? Bence uygun bir kıyafetle yağmurda yürümek, su birikintilerinde zıplamak çok da keyif verici.

Ya da hava soğuk diye çocuğun beşbin kat giydirilmesi. Çocuğu kıyafetlerle boğmak.

Bunları öyle ya da böyle hepimiz yapıyoruz. Çoğu zaman farkında olmadan. Çünkü hepsi zamanında içimize işlemiş. Amacım büyüklerimize suçu atmak değil. Sonuçta onlar da büyüklerinden öyle görmüşler, öğrenmişler. Ama bu yanlış düşünce ve yaklaşımları birilerinin ufak ufak değiştirmesi gerekiyor diye düşünmeden de duramıyorum. Belki bu nesil anne-babalar bu konuda bir adım atarlar. Ne dersiniz?

Son olarak kalıp dışı bir dostlukla ilgili bu filmi paylaşmak isterim sizlerle 🙂

Kucak dolusu sevgiler ve kocaman öpücükler !

Happy Thanksgiving!

Bizimle ne alakası var ??? diyeceksiniz biliyorum. Yok zaten. Sadece Amerikalı bir arkadaşımdan gelen mail çok hoşuma gitti. Nelere şükrettiğini listelemiş. Liste eminim çok daha uzun olurdu ama o ilk aklına gelenleri sıralamış.

Ben içimden, sevgili eşim dışından, pek çok defa şükrederiz elimizdeki güzelliklere. İnsan hali aslında yakınmaya ve eksik olanı görmeye daha meyilli. Hayat zor zaten, her geçen gün de zorlaşmakta. Hele de çocuklar olunca, keyif ne kadar artıyorsa (keçi boynuzundaki bal kadar demeyeceğim ama…) zorlukları da paketle beraber geliyor. Büyüdüğümüzü anlıyoruz herşeyin başında.

Neyse, Elizabeth’den gelen mailden sonra ben de oturup kendi listemi yaptım. Sizlerle paylaşmak ve sizlerin de listelerini bizlerle paylaşmanızı istedim.

Hayatımda sessiz ama sık sık şükrettiğim pek çok şeyin en başında işte bunlar geliyor :

* Maya ve Mengü

* Bana hala emek harcayan annem ve babam
* Uzaklığını bana hissettirmeyen Nilgünüm (ablam)
* Nilgün’ün kendine harika bir eş seçmiş olması ve bizim bu kadar mesafede bu kadar yakın olabilmemiz
* Anneanne ve dede tadı çıkarabilmiş olmam
* Mengü sayesinde harika bir ikinci ailem olması (kayınvalidem bu yazıları okuyor diye yazmıyorum !!!)
* Sıcacık dostluklar
* Kalbimin pıt pıt attığı her gün
* Caz müziği, nefis bir kitap ve şarap eşliğinde ayaklarımı uzattığım minik evim
* Amy ve Lydia (yeğenlerim) ve onların bana gösterdikleri sevgi
* Bahçemizdeki nefis çiçekler eşliğine yapılan balkon keyfi
* Sıcacık, içten gelen bir gülümseme
* Ailem, ailem, ailem
* Sezen’le yaptığımız her çiçek aranjmanından sonra içilen kahve ve güzel sohbet
* Spordan sonra duşta üzerime düşen su damlaları
* Kocaman sıcacık bir kucaklaşma
* Kuaförden çıkıştaki saçımın görüntüsü
* Minik evimizdeki keyifli yemek sofrasını hazırlama ve ardından şarap ve müzik eşliğinde, gecenin geç saatlerine kadar dostlarla yapılan tatlı sohbetler

Daha çok var aslında ama sizleri baymayacağım.

Bazen insanın tüm zorluklar arasında bir anlık da olsa durup nefes alması ve hayatındaki güzellikleri listelemesi, bence, ilerlemek, hayata devam edebilmek için gerekli gücü verecektir.

Sizleri kocaman öpüyor, listelerinizi bekliyorum 🙂

Nasılsınız?

Geçen gün nereden düştüyse aklıma bu sözcük düştü. İyiyim. Yada iyi olmak.

Nasıl birşey bu? Nasıl gerçekten “iyi” olunuyor?

Sözlükte “iyi olmak” ın karşılığı : 1.hastalıktan kurtulmak, iyileşmek 2.yerinde olmak 3.uygun gelmek

Burada benim bahsettiğim aslında hiçbiri.

Temelde tabii ki hastalık olmaması, yani sağlık açısından iyi bir durumda olmak. Ancak hayatımızda gerçekten kendimizi ne zaman iyi hissediyoruz ?

Yeni bitirdiğim bir kitap var. Anneliği çok şeker anlatıyor. İsmi “It Gets Easier ! … And other lies we tell new mothers”

Bir bölümünde Abraham Maslow’un iyi olma haliyle ilgili teorisinden bahsediyor. Maslow’un savunduğu, her kişinin kendi özel farkındalık ve tatmin yolculuğunda olduğu. Arayış içinde olması ve bunu bulana, hissedene kadar da farklı evrelerden geçmesi. Bunu bir piramitle özetlemiş.
5 katlı bir piramit olduğu düşünülürse, en alt katta en temel ihtiyaçlar yer alıyor : su, hava, gıda. 2.katta güvenli bir ortamda bulunuyor olmak geliyor.3.katta sosyal ögeler var. Örneğin sevgi, kişiye duyulan sıcaklık, yakınlık, bir yere ait olma hissi. 4.katta ise kendine güven duymakla ilintili ihtiyaçlar yer alıyor. En sonuncu kat olan 5.katta ise istekleri gerçekleştirmek ve tatmin olmakla ilgili ihtiyaçlar var. Alt kattaki ihtiyaçlar karşılandıkça, kişi üst katlardakini karşılamayı arzuluyor ve ancak öyle mutlu oluyor.

Çok doğru bence de.

Öte yandan bizler gibi metropollerde yaşayanlar, birbirimizi bir yerde gördüğümüzde kısacık bir “iyi misin?” ile geçiştirirken, soruyu yönelttiğimiz kişi de içi aslında çok da huzurlu olmasa da hafif bir gülümsemeyle (bazen o bile olmadan) “iyiyim” der. Çoğu zaman bizim de zaten duymayı beklediğimiz cevap budur. (Çok yakın dostlukları bunun dışında tutuyorum)

Bazen de aslında bu sorunun cevabı o kadar komplikedir ki “iyiyim” diyerek geçiştiririz.

Seinfeld’i çok severim, gerçekten komiktir. Seyrederken yada kitabını tekrar tekrar okurken hala gülüyorum. Tavsiye ederim !

Bir bölümünde kişilerin selamlaşması konusunu işlemişti. Mesela ofise geldiğinizde herkese “Günaydın. Nasılsın?” demek ki bunun ne kadar sıkıcı olduğundan bahsediyordu. Çünkü aslında bu sadece nezaketten sorulan bir soruydu. Karşısındakinden o gün sabah eşiyle nasıl kavga ettiğini yada çocuğunu okula bırakırken nasıl zorlandığını duymak istemiyordu. Sabah bu tek cümlelik bir soru iken, gün içinde sadece birbirine kafa sallayıp dudaklar arasından hafifçe çıkan ıslık vari bir sesle iletişim minimuma iniyordu.

Ne kadar doğru.

Tüm bunları düşünürken (deli miyim neyim… İnsan niye böyle şeyler düşünür ki, işim mi yok ???), benim kendimi ne zamanlar GERÇEKTEN iyi hissettiğimi hatırlamaya çalıştım. Piramidin temel katlarının zaten olduğunu varsayarak sıralamak istiyorum.

Çok yakın zamana baktığımda haftasonu kızıcığımın yakın arkadaşı Serra ile ormanda kendilerinden kat be kat büyük ve güçlü olan bir Rottweiler’ı el ele gezdirmeleri en başta geliyor galiba. Nefis bir orman havası, yerler kızarmış yaprak dolu hem de çeşit çeşit. Ağaçlarda ise yeşilden kırmızıya doğru giden bir renk cümbüşü. (Bu arada Rottweiler’ın adı da DEFNE :))


Sonra bu sabah Maya’nın güzel okulundaki ilk özel veli görüşmemde kızım ile ilgili söylenen güzel sözler kendimi “çok iyi” hissetmemi sağladı. Ve oradan ayrılırken yine yerlere dökülmüş binlerce yaprak ve yeşillik arasından hoplaya zıplaya geçtim.

Öte yandan yakınlarım “Anneannen nasıl oldu?” diye sorduklarında “İyi” diyemiyor en yakın olabilecek “Stabil” kelimesini kullanabiliyorum ancak. Çünkü onun durumunda Aloşum piramidin 3.katından yukarı çıkamıyor, çıkamayacak… Onun için de ağzımdan onun adına “iyi” kelimesi çıkamıyor maalesef.

Demek ki benim için iyi olma hali çok daha fazla katmandan oluşuyor.

O katmanlar hep olsun hayatımızda…

Herkese gerçek “iyi” anlar, “iyi” hisler, tecrübeler diliyor sizleri yine kocaman öpüyorum.