Category: Çocuklu Olmak

Korku Dolu Gözler

Son bir aydır etrafında bir minik kedicik var. Nereye gidersem beni takip ediyor. Tek başına minik evimizdeki hiç bir odaya girmiyor. Balkona tek başına çıkmıyor. Odasından oyuncaklarını almak için içi gitse de yanında ben olmadan odasına girmiyor. (more…)

Bu Yorumlardan Kitap Olur :)

Son yazım “Çocuğunuzun size kattıkları…” oldukça ilgi gördü. Sözlü, yazılı yorumlar geldi, düşünceler paylaşıldı. Meğer bu konu pek çok annenin dikkatini çekiyormuş.

Gerçi bugünki Hürriyet Kelebek ekinde “Bayan Bayülgen şahanesiniz” başlıklı yazısıyla Onur Baştürk aynı konuyu benden tamamiyle farklı bir bakış açısı ile ele almış ama bana gelen yorumlar kendisi ile hemfikir değil. 

Tabii herkesin fikri kendine. Demokrasinin en güzel yönü düşünce özgürlüğü olsa gerek. Yazıyı okumayanlarınız varsa okuyunca anlayacaklar, anneliğin meslek haline getirilmesi eleştiriliyor. Anneliğin para makinasına çevrilmesine karşı çıkıyor. Verilen örnek de Deniz Akkaya’nın açacağı çocuk giysileri mağazası.

Deniz Akkaya ya da ünsüz herhangi biri böyle bir mağaza açsa ne oluyor yani? Kimi insan alacak, kimisi almayacak. Belki gerçekten güzel bir iş yapacak, belki yapamayacak. Kimi ilgilendirir ki? Ne olur bundan bir iş yaratsa kendine de belki de ileride mankenliktense bir mağaza sahibi olabilse… gibi düşünceler kafamdan geçiyor hemen.

Neyse gelelim sizlerle paylaşmak istediğim iki uzun yoruma. Yazanlardan birini tanıyorsunuz: Ece. “Ece Okullu Oldu”  başlıklı yazım onun tecrübe paylaşımından oluşuyordu.

Diğeri ise sevgili Merve. Bu sayede onunla da tanışmış olduk.

Direkt olarak mailime gelen bu iki yorum o kadar içten ve o kadar güzel bir paylaşım içeriyordu ki burada yer vermeden rahat edemedim. Sadece bilgisayarımın “Gelen mesajlar” bölümünde kalmalarını istemedim. 

Eminim okuren sizlerin de hoşuna gidecek 🙂

Sevgili Defne Ongun,

Bir süredir sitenizi beğeniyle sessizce takip edenlerden biri olarak, bu son tartışmaya ben de katılmak istedim.

Sevdiğim sektörde (halkla ilişkiler), mutlu mutlu ve tam zamanlı (hatta günde 12 saat) çalışırken, 7 yıl önce kızım dünyaya gelince bu tempoyla başa çıkamadım 🙂 Çocuk da yaparım, hız kesmeden kariyer de diyemedim bir 3.5 sene kadar. Sonra kendi mesleğimin içinden, en sevdiğim ve zamanını esnek belirleyebileceğim bazı parçaları çıkarıp (kurumsal çeviri, basın ilişkileri, dil dersleri) bunların üstüne gittim. 

Geçen yıldan bu yana da, toplumda kütüphanelerin önemini anlatmak, kullanımını yaygınlaştırmak ve özellikle de çocukları kütüphane kullanımına özendirmeyi amaçlayan, bir grup bilinçli, genç (ve çocuklu!) kütüphanecinin çekirdek kadrosunu oluşturduğu www.kutuphaneleriseviyorum.org girişiminin iletişim danışmanlığını yapıyorum gönüllü olarak.  

Uzun lafı kısası, evet, çocuklar hayatımızı değiştiriyor, hem de nasıl ve bu etki hayatımızın her boyutunda kendini gösteriyor. Bu çabalar sahte olsun, olmasın, tüm anneler ve babalar birer zaman cambazı oluyor; içlerindeki komedyeni, hemşireyi, aşçıyı, psikoloğu, öğretmeni ve bir dolu yeni kimliği keşfetmek zorunda kalıyorlar minikler sayesinde. Bu yüzden de anne-babalık benim bugüne kadar gördüklerim arasında, iş tanımı en kapsamlı olan ve her yıl farklılaşan en dinamik meslek! Öyleyse, nazınızla, uykusuzluklarınızla, huysuzluklarınızla ve en önemlisi bitmeyen sevginiz ve katıksız saflığınızla iyi ki varsınız BIZDIKLAR!

 Sevgiler,

 Merve Kutun T.

Sevgili Defne’ciğim,

 Her zamanki gibi çok güzel bir konu yakalamışsın.

Yakalamışsın diyorum zira, bulunduğumuz toplumun çarpıklıkları çoğaldıkça ve biz kendimizi iyice küçülen bir azınlıkta hissettikçe,senin gibi bize yanlış gelen konulara itiraz etmek yerine, psikolojik bir sinme, ya da sıkıntıdan, bıkkınlıktan doğan bir boşverme hatta kaçma, haline bürünebiliyoruz.

Bunun yerine senin gibi, kendi düşüncelerimizi böylesine bir içtenlik ve dürüstlükle , karşımızdakini kırmadan, aşağılamadan, onu komik bulmadan söylemek, tartışmaya açmak, eminim hepimize hem çok daha fazla şey katacak, hem çok daha iyi hissettirecek,hem de insanın diğer hayvanlardan en büyük farkı olan düşünebilme dürtümüzü harekete geçirecektir. (Eh artık zamanı geldi de geçiyor düşünmenin değil mi? ha ha!)

Ben bir psikolog ve veya sosyolog değilim ama 41 yıllık, oldukça yoğun hayat tecrübem sırasında yapmış olduğum, kendime özgü, gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ki, insanlar gelişiyorlar, her dakika bir yöne doğru değişiyorlar.

Bu değişimler ve tercihan gelişimler de bir takım çevresel, hayatsal, ailesel faktörlerden oluşuyor.

Şahsen ben, beni geliştirecek, bana bir şeyler katacak insanlarla vakit geçirmekten diğerlerine nazaran çok daha fazla keyif alırım.

Aynı şekilde bu tür aktiviteler içerisinde bulunmaya da özen gösteririm.

Bence çocuk da bunların en değerli ve en keyiflilerinden biri!!!

Lafı çok uzattım ama demek istediğim, çocuklarımız bizi geliştiriyorlar.

Bir tanıdığım çok güzel bir söz söylemişti, “Çocuk, bir annenin değişimi için en büyük etken, belki de son çaresidir!” diye.

Daha önce fark etmediğimiz, ya da üzerinde fazla zaman harcamadığımız özelliklerimizi öne çıkararak, bize çok şey katıyorlar. Sayelerinde gelişmemiş yönlerimizi geliştiriyoruz.

Daha çeşitli yönde faaliyet gösterebilen bireyler haline geliyoruz.

Tabii bunun değerini bilir ve farkına varabilirsek!

Örneğin sen, Defne’ciğim, Maya’cığımıza sahip olmasaydın, Jean D’Arc misali, iş sektöründeki başarılarına diğerlerini eklemeye devam ederek, gelişimini o yönde sürdürecektin. 

Bugün bizlerle paylaştığıın, bizlerin de okumaktan, olağanüstü keyif aldığımız o harika yazılarını, o doğal yazma kabiliyetini, öne çıkarmak hiç aklına gelmeyecekti belki de…

Bu değindiğin konuya bir de başka bir açıdan yaklaşmak istiyorum.

Bir başka senaryo da, Maya’cığı doğurdukdan sonra, çocuk da yaparım kariyer de deyip, o yoğun iş hayatına devam etmeyi seçebilirdin.

Tabii burada maddi gereksinim neticesinde çocuk yaptıktan sonra kariyerine devam etmekten bahsetmiyorum.

Maddi gereksinimlere dayalı olarak değil, salt seçim olarak, bu yönde tercihlerini kullanmak üzerine sözüm…

İşte burada bence olaya başka bir boyut dahil oluyor; nitelik-nicelik ilişkisinin, hayatlarımıza yansıması.

Bizler, hayatla bir yarış içerisindeyiz.  Seçimlerimizi de toplum, çevremiz, ve yetiştirilişimizle orantılı olarak yapıyoruz.

Bizlere yetişirken ailevi değerlere dayalı bir eğitim verilmişse, seçimlerimiz bu yönde, başka yönde eğitim almışsak da başka yönlere yönelebiliyoruz.

Hayatı bir kalabalık ve koşuşma içerisinde yaşıyoruz. Meli-malı kalıplarına göre yaşayabiliyoruz kimi zaman…

Bulunduğumuz bilgi ve tüketim çağında da, aynı internet de olduğu gibi, kullanabileceğimizden, aslında gerekenden, çok daha fazlası mevcut, adeta bir kirlilik gibi…

Yani demek istediğim, neden çocuk sahibi oluyoruz?

Eh olmak gerek, ben onu da yapabiliyorum, insanlara kanıtlayayım dediğimiz için mi?

Yoksa sahip olduğumuz donanımı, çocuğumuza aktararak, onu mümkün olan en iyi şekilde yetiştirelim, topluma mümkün olduğunca, huzurlu, kendinden emin, kendinden mutlu bir birey katalım ve bu süreç içerisinde de kendi gelişimimizi de bir üst boyuta taşıyalım diye mi?

İşte bence bu, eğer çocuk sahibi olmaya karar veren bir kişinin iç hesaplaşmasında nerede olduğu ile ilgili bir durum.

Sevgimle,

EceEÜ

Çocuğunuzun Size Kattıkları…

Son zamanlarda gazetelerde yapılan söyleşilerde çocuklarla ilgili meslek ya da çocuklu olduktan sonra edinilen iş dalları hakkında insanların sık sık “Ben daha çocuğum yokken bu işi yapmaya başladım” diye vurgulama ihtiyacı duyduklarını görür oldum. Bilmem sizin de dikkatinizi çekiyor mu… (more…)

Minik Ayaklar Denizde

Yaza ilk girişi geçen hafta yaptık bızdığımla. Yazıları takip edenler bilir, tercihim duyduklarımdansa yaşadıklarımı, kendi tecrübe ettiklerimi paylaşmak yönünde.

Mayıs-Haziran ayı çocuk dergilerine baktığınızda çocukla gidilecek tatil beldeleri hakkında yazılar görmüşsünüzdür.

Ben de sizlerle geçen haftaki Hillside Fethiye tecrübemi paylaşmak istiyorum bu yazıda. (more…)

Sevgiden Doğan Güç : Annelik
Sevgiden Doğan Güç : Annelik

Anneler günü ilk nasıl başladı hiç merak ettiniz mi? Ben biraz araştırdım. Aslında ilk ufukta görünüşü oldukça eskilere, Yunan mitolojisinde tanrıların annesi Rhea için düzenlenen bahar bayramına uzanıyor.

Ancak bizim anladığımız anlamda anneler gününü ilk defa Amerikalı öğretmen Anna Javis başlatmış. Kendisinin çok düşkün olduğu ve son zamanlarında hasta olan annesinin ölümü ile çok sarsılan Javis, tüm anneler için özel bir kutlama, bir anlamda yaptıkları için teşekkür edilebilecek bir gün olması gerektiğini düşünmüş.

Gerekli finansal destek sağlanınca ilk anneler günü 10 Mayıs 1908’de bir kilisede 407 çocuk ve ailesinin katılımıyla gerçekleşmiş.

Ardından Anna Jarvis bu günü Amerikan senatosunda onaylatmak istemiş. Çok başarılı bir kampanyanın ardından 8 Mayıs 1914’te senato anneler gününü her senenin ikinci Pazar günü olarak kabul etmiş.

Gerçi sonraki dönemde bu özel ve anlamlı günün bir ticari unsur olarak ele alınması Javis’i çok mutsuz etmiş.

Türkiye’de ise anneler günü Türk Kadınlar Birliği’nin girişimi ve önerisi ile 1955 yılından itibaren kutlanmaya başlamış.

Kısa bir tarihçeden sonra, zamanımıza dönmekte fayda var diye düşünüyorum 🙂

Kızımız doğduktan kısa bir süre sonra, sevgili eşim bana ne hissettiğimi sormaya başladı. Yani bir anne olarak hayatımda, hislerimde neler değişmişti. Dünyaya getirdiğim bu minik varlık benim hangi duygulara kucak açmamı sağlıyordu?

Onun bu soruları bana sorduğu zaman henüz çok ama çok taze bir anne olduğum için cevap veremiyordum. Cevap veremediğim için de kendimi kötü hissediyordum.

“Ben bu kadar mı ruhsuz bir anneyim?”

“Hayatım da hiç mi değişiklik olmadı ki ben hislerimi anlatamıyorum?”

“Yoksa bir şey hissetmiyor muyum? Olamaz!!! Yoksa ben histen yoksun, donuk bir anne mi olacağım? Zavallı yavrucak…”

tarzı düşünceler peşi sıra aklımdan geçiyordu.

Bilmiyordum ki bu kadar taze olan bir konuda, hislerim de tarif edilemeyecek kadar yeni ve minikti.

Kızım doğar doğmaz filmlerde olduğu gibi gözlerimden yaşlar akıp, o bahsi geçen annelik içgüdüsü ile duygusal bir an yaşamamıştım. Evet gözlerimden yaşlar akıyordu ve evet müthiş duygusal bir an yaşıyordum ama bunun en önemli sebebi tam otuziki saat karnımdan çıkartmaya çalıştığım kızıcığımın sağ salim kucağımda olması ve benim acılarımın nihayet sonlanmış olmasıydı.

İlk ayların minimum iletişim ile geçtiğini hatırlıyorum. Yani benim anladığım anlamda iletişim:  yani konuşarak, yani anlatarak, yani gülümseyerek. Onun yerine bol ağlama (hem Maya, hem ben), bol acı (hem Maya, hem ben), bol uykusuzluk (hem Maya, hem ben), bol emzirme ve  bol bez değiştirme ile dolu günler yaşayan bir kişi annelik hissini nasıl tarif edebilir? Etse de pek de olumlu şeyler anlatmaz muhtemelen…

Fakat dört sene sonra tekrar bu soruyu düşündüğümde söyleyecek o kadar çok şeyim, kelimelere dökebileceğim o kadar çok hissim var ki…

Sevgili kayınvalidem ben hamileyken bana “Huzurlu son aylarını yaşıyorsun, kıymetini bil. Bebeğin doğduğu andan itibaren, kocaman bir insan olana kadar ve hatta sonrasında da aklın hep onda olacak.” demişti. O kadar haklıymış ki…

Eminim pek çok anne kendi çocukları adına hemfikir olacaktır benimle. Maya’ya duyduğum sevgi başka hiçbir sevgiye benzemiyor. Eşime olan aşkımdan üstün değil ama farklı, çünkü içerisinde koruma isteğini ve acıma hissini de barındırıyor. Benim için kızım saflığın ve doğallığın temsilcisi. Olduğu gibi. Düz, net, saf.

İnsanoğlu hep böyle kalsa diye düşünmeden edemiyorum. Hangi aşamada bu saflık, bu iyi niyet, bu netlik yok olmaya başlıyor diye sorup duruyorum kendime.

Arkadaşlıkta da netliği, düzlüğü, sadeliği seven bir insan olarak, kızımın ileride bu özelliklerini yitirmemesini diliyorum sürekli. Ama kuvvetli de olsun, ama tehlikeyi algılayabilsin, asla altta kalmasın, kendini ezdirmesin,… Aklını ve zekâsını aynı anda kullanabilsin… O kadar çok dileğim var ki onun için…

Bir anne olmak ne kadar çok duyguyu barındırıyormuş içerisinde.  Adeta bir gökkuşağı, mavi de var pembe de, yeşil de var sarı da,…

İnsanın kendini sonsuz yorgun hissettiği bir anda  minicik kollarıyla boynunuza sarılan bir çocuğun inanılmaz iyileştirici etkisini hissetmeyen anne var mıdır? Ya da kendi ellerinizle sağlığı için onu hemşirelerin  iğneleriyle delik deşik edeceği kliniğe götürmenize rağmen, yine de gözyaşlarını sizin kollarınızda akıtan, yine de annesine sığınmak isteyen bir yavrucuğun o gözyaşlarının kalbinize aktığını hissetmez misiniz?

Annelik nasıl bir güçtür ki bir ufacık öpücük tüm yaraları iyileştirir?

Annelik nasıl bir güçtür ki hayatta korkuların yenilebilmesi için ufacık bir destek vermesi yeterlidir?

Annelik nasıl bir güçtür ki adeta büyüdükçe ona olan ihtiyacımız artar?

Tüm güçlü, sevgi dolu, üretken, yapıcı annelerin anneler günü kutlu olsun!

Bir Doğumgününün Ardından
Bir Doğumgününün Ardından

Üzerimde tatlı bir yorgunluk, yüzümde hafif bir gülümseme…

Cumartesi akşamki görüntüm genel hali ile böyleydi işte.

Yarı savaştan çıkmış, yarı keyif sarhoşu bir görüntü…

Mayacık dört yaşını doldurdu. (more…)

Pembe Gözlükler Kararırsa

Annem hayatta olumlu bir bakış açısıyla ilerleyen, bu şekilde de pek çok zorluğun üstesinden başkalarına göre daha başarılı gelebilen bir kişidir. Bir “Pollyanna” , bir de annem herhalde en zor anlardan olumlu düşüncelerle çıkabilirler.  

Pollyanna’yı bilemem, fakat gerçek hayatta bu mücadeleden arızasız çıkmak pek bir zor. Dışı seni, içi beni yakar derler. O içinde yaşadığı fırtınaları bizlere yansıtmamak adına göstermiş olduğu çabanın sonunda mide kanaması bile geçirmişti zamanında annecik.  

Dolayısıyla yaptığının herkes için faydalı olduğuna inansam da, kendisi  için ne kadar doğru, içimde kararsızlık yaşadığım bir konu. “Bırak kadıncağazı rahat, nasıl istiyorsa öyle yapsın. Sana ne oluyor?” dediğinizi duyar gibiyim.

Ama ucu bana da dokunuyor… Neden mi? Çünkü pek çok açıdan anneme benzemeye başladığımı görüyorum. “Eyvah! Anneme benzemeye başladım…” başlıklı  yazımda da bahsetmiştim birazcık.

Oldu bitti olan sorunları içimde çiğneyip hazmetmeye çalışırım. Olmadı yazıya dökerim, her şey daha net olur, bazen bu netlik o ana kadar aklıma gelmemiş bir çözümü beraberinde getirir. Hiç mi olmadı? O zaman işte yakınlarımla dertleşme noktasına gelirim.

Genelde de gözümdeki “pembe gözlüklerden” dolayı, zaten hayatın güzelliklerini algılamaya daha meyilli olduğum için, özellikle de dışarıdan bakanlar için “gayet mutlu ve keyifli” bir görüntü sergilediğim doğru.

Ancak son zamanlarda “büyümeye başladığım” için olsa gerek, pek çok konu benim olumlu halimi zorlar, test eder oldu.

Öncelikle kızıcığım ile birlikte herşey, kendim dahil, ikinci plana düştü. Onun sağlıklı, keyifli olduğu zamanlar ben de huzurlu ve mutluyum. Ne zaman ki hasta, pembe gözlükler kararıyor. Son zamanlarda bunu yaşıyorum. Evet, bu sene tam gün yuva falan durumu ve maalesef her yer mikrop kaynıyor ve maalesef pek çok veli çocuklarını hasta hasta etrafta gezdirdiği için bizim zavallılar da hapı yutuyor ama bu kadar mı çok doktora gidilir…

Şimdi bir de kulak meselemiz var sakız gibi uzayan. İş bir ihtimal ameliyat noktasına gelince, gözlüklerim öyle bir karardı ki, etrafı göremez oldum. Minicik bir çocuğa total anestezi verilmesi fikri bile tüylerimi diken diken ediyor, gözlerimin dolmasına neden oluyor. “Koca kadınsın sen artık, öyle gözlerin falan dolamaz, bak anneni örnek al. Bir de benziyorum falan diyorsun. Nah benziyorsun. Kadıncağız her daim dimdik, sense hemen sulu sulu oluyorsun…” diye kendime kızıyorum önce endişe katsayım arttığı için. Sonra da hemen “Canım ölüm yok ya sonunda. Ben şu işi bir araştırayım” diye kolları sıvıyorum.

Ya da ailede olan diğer olaylar,  arkadaşlarımın zaman zaman yaşadığı zorluklar hepsi bir yaştan sonra sanki yaş oranında artıyor. Ne kadar büyükseniz, problemlerin boyutu da o kadar büyük, içeriği o kadar ciddi olabiliyor. Bu noktada nasıl Pollyanna olunabilir diye düşünüyorum ben de…

Tabii ki beterin beteri vardır ve tabii ki tek çözümsüz olan ölümdür (bunları annem biz küçükken kendimizi çok mutsuz veya çaresiz hissettiğimiz anlarda tekarlardı – o zamanlar minik kızlarının sorunları da boyutları kadar oluyordu herhalde…) ama ben galiba o kadar da anneme benzememişim henüz.

Neden mi?

Birincisi onun gibi Pollyanna olamadım, üstelik bazı zamanlarda Pollyanna’yı gayet saçma bir insan olarak algıladığım da olmuştur… Bu kadar mutsuzluktan da mutluluk yaratılır mıymış kardeşim diye…

Sonra  gerek ailesi, gerek arkadaşları hep anneme dertlerini anlatırken, pek azına annem kendi içindekileri dökmüştür diye düşünüyorum. Annem için büyük resim daha önemli oldu sanki. Detaylara boğmadı kendini, boğulmaya izin vermedi.  Olmuş bitmiş hakkında değil, gelecek hakkında konuşulur bizim evde. Örnek almam lazım benim de ama insan bazen zorlanıyor tabii.  

Hayat her zaman, herkes için inişler ve çıkışlarla dolu. Önemli olan inişleri nasıl idare ettiğimiz. Gözlerimizi kapatıp duvara çarpıyor muyuz? Yoksa akıllıca manevralarla yukarı çıkışa geçebiliyor muyuz? İkincisini yapabilen hayatta başarılı oluyor bence.

İşte ben de bunu yapmaya çalışıyor ve Maya’nın da böyle bir anne örneğini gözlemlemesini istiyorum. İleride onun da kuvvetli olabilmesi için. Arada yaşanan zor anları az dozlarda vermek de lazım miniklere herhalde ki “biz büyüklerin” bile hayatta zorlanabileceklerini, ancak akıllarını kullanarak bu zorlukların üstesinden gelebileceklerini görsünler, hissetsinler. Çünkü kuvvetli olmak sert olmayı değil, zorlukların üstesinden karakterini koruyarak gelebilmeyi gerektiriyor.  

Şu ara biraz zorlansam da, kızıcığıma çaktırmıyor, pembe gözlüklerimi hevesle bekliyorum…

Pembe gözlük aranıyor, bulan haber versin 🙂

Özel?

Özel kelimesinin sözlük anlamını bilir misiniz? Şöyle geçiyor:
1.Yalnız bir kişiye, bir şeye ait veya ilişkin olan. 2.Bir kişiyi ilgilendiren veya kişiye ait olan, hususi

Peki siz özel hayatınızı gerçekten koruyabiliyor musunuz?

Ben bazen korumakta çok zorlandığımı görüyorum. Kendim paylaşmak istediğim durumlar hariç, özellikle evlendikten sonra sosyal anlamda kişilerin evlerde olup bitenlerle fazlasıyla ilgilendiğini farkettim.

Herkes yaptığı yorumlar ya da sorduğu sorular hakkında o kadar rahat ki, farkında olmadan ben de aynı hatayı yapacağım diye çok korkuyorum!

Evet, bu özellikle evlendikten sonra artıyor. Nedenini tam anlayamadım ancak işin içine çocuk girdiği için olsa gerek, iş toplumu ilgilendirir bir hâl alıyor.

Kimse sizi sokakta durdurup, “İşe başlayalı bir sene oldu. Ne zaman terfi edeceksiniz?” diye sorma ihtiyacı duymaz ama sizin bir senedir evli olduğunuzu duyan kişiler hemen “Bebek ne zaman?” demekten çekinmezler.

Herkes bir bebeğin yeni bir aileye katacağı güzelliklerden bahseder durur. Ailelerin çocukları için genelde en büyük hayali, özene bezene yetiştirdikleri yavrularının kendilerine uygun bir eş bulup evlenmesi ve tez zamanda bir bebek dünyaya getirmesidir. Toplum da büyük bir aile olsa gerek ki, alakalı alakasız herkes özel sandığınız hayatınızla ilgili yorum yapma hakkını kendinde görür.

Herkeste bir telaş, bir acele. Evlendik ya, e hadi bakalım bu kadar rahat gezip tozmak, saltanat sürmek yeter. Niyet ne zaman? İlk gariplik burada aslında. Bu kadar özel bir konunun neden hiç çekinilmeden dile getirildiğini hâlâ çözebilmiş değilim.

Her ağzını açanı püskürtme metodları geliştirirsiniz en nihayetinde, eğer bizim gibi “özel” kelimesinin ne demek olduğunu biliyorsanız. Bazen de kişiler tam tersine her adımı anons ediyorlar. “Düşünüyoruz” ile başlayıp “Denemeye başladık” ile devam eden cümleleri sık sık duyuyorum. Bence mahsuru yok, eğer onlar için yoksa. Yeter ki benden aynı şeffaflığı beklemesinler. (Aslında belki de sistemle mücadele etmektense teslim olmak en hayırlısı, onlar doğrusunu yapıyorlar belli ki.)

Derken siz de doğanın gereklerini yerine getirip hamile kalırsanız, eşinizle önemli bir karar arifesine geldiniz demektir.

Kimi kişi hamile olduğunu öğrendiği an üç haftalık bebeğini herkese duyurmayı seçer. Eğer bizim gibi, “Aman dur bakalım kalıcı mı gidici mi? Şu üç ayı atlatalım da öyle söyleyelim” diye tedbirli davranmayı seçiyorsanız, vay halinize. Bir kere saklamak çok zor. Herkes zaten gözünüzün içine bakıyor “Ne zaman, ne zaman..” diye. E bir de alkol almamaya başlıyorsanız, çeşitli bahaneler uydurmak lazım. Her buluştuğunuzda mideniz bozuk olamaz ya. Ya da sık sık uykunuzun gelmesi, bazı kokuların durduk yere sizi rahatsız etmeye başlaması. Hepsine uygun bir açıklama lazım. Yani müthiş bir yaratıcılık istiyor bu iş. Yaaa kolay mı sandınız?

Neyse bu badireyi atlatıp, ilk üç ayın sonuna başarı ile geldiyseniz, bu sefer gerekli duyuruları yaparken size kızanlar olacaktır, haberiniz olsun. “Aaa üç ay da beklenir miymiş. Onlar ilk ayın sonunda söylemişlermiş. Neymiş efendim bu böyle saklamak…” Tek kelime söyleyeceğim, anlayacaksınız ne demek istediğimi: ÖZEL!


Bu kaosu da atlattıktan sonra hamilelik döneminin kalanı var önünüzde. Herkes bir yorum yapar, karnınızın görüntüsünden, kilo durumunuza kadar. “Senin karnın biraz sivri, kesin erkek (yoksa kız mıydı) olacak.” Ya da “Yüzün şişmeye başladı. Bu kız olacak. Kızlar annenin güzelliğini çalarlar.” (Yani çirkinleştim öyle mi?)

İşe devam edecek misiniz? Verdiğiniz cevaba göre bir yorum alırsınız mutlaka.

“İşe devam edeceğim, evi bir şekilde ayarlarım nasılsa.” deseniz, “Sen tabii şimdi anlamıyorsun bir bebeğin sana nasıl bir sorumluluk getireceğini…” tarzında bir yorum gelir.

Ya da “İşi bırakıp bebeğimin tadını çıkaracağım” diye cevaplarsanız bu soruyu, o zaman da “Ama bu kadar emek verdiğin kariyerini kesip atacak mısın? Bizim zamanımızda böyle yardımcı falan yoktu ama şimdi öyle mi…” diye cevap gelir.

Geçenlerde yeni tanıştığım bir hanım ne iş yaptığımı sorduğunda, az biraz eksiklenerek geçmişte yaptıklarımı sıralama ihtiyacı duydum önce. Yani “Ben eskiden harika bir iş kadınıydım aslında, şimdi böyle olduğuma bakmayın” demek istiyorum kendimce, nedense. Sonra da Maya’nın doğumunu takiben, daha part time bir şeyler yaptığımı, evden çalıştığımı anlattım. Kendi de aslında zamanında benim gibi bir seçim yapmış olmasına rağmen, dudaklarını büzüp, “Ama ben çocuğum 3 yaşına geldiğinde çalışma hayatına geri döndüm. Her kadının mutlaka yaptığı işe geri dönmesi lazım!” tarzında bir cevap yapıştırarak, kendini benden daha farklı bir seviyeye oturtmanın hazzını duydu.

Eskiden olsa bu tarz yorumlara kafa patlatırdım. Şimdiyse ne yaptığımı, niye yaptığımı, hedeflerimi net görebildiğim için olsa gerek, kafa sallayıp geçiştiriyorum.

Yorumların dışında bir de hamile olduğunuzda hiç tanımadığınız insanlar karnınıza dokunmaya başlarlar. Bu da enteresan bir yaklaşım değil mi? Parkta dolaşırken, karşıdan gelen bir adamın karnını okşama ihtiyacı hiç duyar mısınız? Ama bir kişi hamile olunca onun karnı herkese açık oluyor sanki.


Doğum anına kadar pek çok kişi kendi zorlu ve sizi endişelendirebilecek hikayelerini paylaşırlar uzun uzun. Kimse sizin o an bunları dinlemek istemediğinizi düşünmez nedense. Askerlik hikayeleri gibidir aslında hamilelik ve doğum hikayeleri. Anlatırken biraz biraz da eklenir üzerine, daha da duygusal anlamda yoğun olsun, anlatımı daha keyifli olsun (anlatan için) diye.

Gündelik yaşamınız sorgulanır, ne yiyorsunuz, hareket ediyor musunuz? Az mı hareket ediyorsunuz, çok mu? Tatlı istiyorsanız kız, ekşi ya da tuzlu istiyorsanız erkek doğacaktır kesin. Ultrasonla bakmaya ne gerek var?

Yanlış anlamayın, yakın çevrenizle bunları bir sohbet ortamında konuşmak farklı, sorguya çekilirmişçesine hakkınızda konuşuluyor olması daha farklı.

Doğumu takiben, evde bebeğinize bakım şekliniz yeni bir tartışma konusudur. Emziriyor musunuz? Emzirmiyor musunuz? Çok sevdiğim bir aile büyüğümüz bizi ziyarete geldiğinde Mayacık kısa sürelerde sık sık acıktığı için, sürekli emziriyordum. Bir, üç, beş derken hem bana acıdığı için, hem de görüntü sinirine dokunduğu iç
in olsa gerek, “Eee yeter yahu. Yedi bitirdi kızı!” diye Maya’ya kızmıştı 🙂

Bebeğinizi kucakta tutmanın yanlış olduğuna gönülden inanan bir grup, sizi esefle kınar, çocuğu “kucağa alıştırdığınız” için.

Öte yandan hayatınızda ilk defa tanıştığınız bir kişi, o esnada bebeğiniz çok ağladığı için hemen teşhisi koyar: bu bebek kolik.

Ya hijyen? Bebeğinizi korumak için gelen gidenden ellerini yıkamalarını isteseniz alınabilirler diye artık kıvranır durursunuz. Önceden planlar yapar, nasıl söylesek de alınmasalar diye çeşitli senaryolar geliştirirsiniz.

Yeni bir anne olarak zaten yeterince endişe ve bilinmez yaşayan biriyseniz, sadece ve sadece olumlu cümleler duyma ihtiyacınız ve sizin zamanlamanıza uyulma arzunuz başkaları tarafından algılanılamayabilinir. Artık özel diye bir şey kalmamıştır. Artık bir bebek vardır ve o bebeğin iyiliği için, herkes kendi uygun gördüğü sistemi empoze etmeye kararlıdır. Onlar da size böyle yardım ediyorlar, neden kızıyorsunuz ki?

Ağrılarınızdan dolayı pijama giyip dolaşsanız, hemen toparlanmanız önerilir. Ne o öyle salkım saçak dolaşmak insanın kendi(!) evinde. Hemen toparlanıp sokaklara atsanız kendinizi, bu sefer de fazla rahat olmaktan dolayı eleştiri toplayabilirsiniz. Zor yani.

Kilo vermeniz, yedikleriniz, içtikleriniz hepsi birer tartışma konusu artık.

Sokakta gördüğünüz, tanımadığınız insanlar bile uzaktan bir yorum yapar: “Şapkasını takın bebeğin. Hava bulutlu ama yine de güneş yakıyor” ya da “Çok rüzgar var. Arabanın önünü kapatsanız…”

Sizin bebeğiniz adeta onların da bebeği.

Bildiğim kadarı ile Afrika kabilelerinden çıkış yapmış ve bu durumu gayet iyi özetleyen bir deyiş var: It takes a whole village to raise a child!

Çocuğun doğduğu an, özel hayatın bitişi demektir sevgili dostlar 🙂

Renkli Çakıl Taşları

Geçenlerde çok sevdiğim, genç bir yakınım akşamın ilerleyen saatlerinde beni aradı. Sesinde bir heyecan, bir çaresizlik… Hoşbeşden sonra, bekliyorum acaba asıl paylaşmak istediği nedir diye.

“Defne Abla, bizim okulun dergisine ‘Kişisel Gelişim’ hakkında bir yazı yazmam gerekiyor. Ama ne yazacağımı bir türlü bilmiyorum. N’olur aklınıza gelen şeyleri bana mail olarak atar mısınız?”

Yüzümde bir gülümseme belirdi. Ben de o yaşlardayken(ahhh ah gençlik, buu huuuuu),bu tarz alışılmışın dışında projeler ya da talepler hem beni çok heyecanlandırır, hem de panik olmama sebep olurdu. Kendi varlığımı bir şekilde gösterebileceğim, düşüncelerimi paylaşabileceğim, insanların dinleyeceği bir ortam ya da okuyacağı bir yazı hem müthiş bir heyecan kaynağı, hem de karın ağrısı olarak bende barınırdı.

Aradan seneler geçince insan bir şekilde, herhalde birikimler de arttığı için, konuları daha rahatlıkla irdeleyip, ifade edebiliyor.

Kişisel gelişim…

Nedir gerçekten? Ne kadar geniş bir konu değil mi? Tek cümle ile özetlemek mümkün değil.

Kişisel gelişim aslında bebeklikten başlayan ve son nefesle ancak tamamlanan bir şey.

Minicik bir bebeğin ilk birkaç senesindeki gelişimi daha fazla fiziksel boyutta olsa da, tabii ki iletişimi de hızlı bir şekilde gelişmekte. Ancak özellikle daha ilerleyen yaşlarda, öncelikle ebeveynlerin katkısıyla edinilen tecrübelerin her biri, iyi ya da kötü, minik çakıl taşları gibi bardağı doldurmaya başlıyor.

Okul hayatı, sosyal çevre, sunulan imkânlar, kişinin yaşadığı şehir ve ülke, karakterinin kendine has olmasıyla yönlendiği ilgi alanları ve daha burada sayamadığım pek çok unsur aslında kişisel gelişimin bir parçası.

Benim en çok ilgimi çeken ise burada hobilerin yeri. Neden mi? Çünkü hobiler insanın kendisinin bilinçli olarak yönlendiği konular. Diğerleri genelde ya kontrolümüz dışında olan etkenler, ya da farkında dahi olmadığımız bir süreçte elde edilenler.

Hobiler ise her şekle bürünebilir, herkes tarafından elde edilebilir, yaratıcılığı zorlar, kişinin gelişimine maksimumda katkı sağlar, zor zamanlarda imdada yetişir, mutlu olduğunuzda paylaşılarak çoğalır, başkalarını da mutlu eder. Onlar bana göre bardaktaki renkli çakıl taşları.

Belki meraklı bir tip olmam, belki yenilikleri denemeye pek bir hevesli olmam, belki de macera arayışım, çeşit çeşit kurslara katılmama neden oldu. Makyaj mı istersiniz, hem yurtiçi hem yurtdışı eğitimler aldım. Yemek pişirmek? Bayılırım ders almaya. Zaten üniversitede başlayan turizm ve otel yöneticiliği aşkım, mutfakta ve barda tecrübelerimle pekişince önüme gelen kursa katıldım diyebilirim. Şarap tadımı ve kursu mu var? Koluma bir arkadaşımı takmışım, ben oradayım. Her yere de birilerini sürüklemezsem olmazzzzz…
Dans? Evet evet bayılırım dans etmeye. Hele de Latin olursa. Mundo Latino severek dans dersleri aldığım bir yerdi mesela. Önce kendi başıma, sonra sevgili eşimin katılımıyla.
Tatile gittiğim mekanda sanat atölyesi mi var? Onu da deneyelim. Peçete kullanarak gayet basit bir teknikle yaptığım resim, şu an ailemizin yazlık evinde asılı durumda.

Başka?

Suda jimnastik? Evet evet spora mutlaka eklenmesi lazım.

Ve son aşkım. Flower designing. Sevgili Sezen’in atölyesinde, onunla baş başa yaptığımız çalışmalar sadece gözüme değil, ruhuma da hitap ediyordu. Adeta bir terapi kıvamında. Hâlâ da devam etmeye çalışıyoruz, zor ayarlansak da 🙂

Şimdi bunları okuduğunuzda bana iki farklı yorumda bulunabilirsiniz.

Birincisi doyumsuz ya da maymun iştahlı.

İkincisi çok yönlü, denemeye açık.

İlkini diyorsanız seyrek görüşelim lütfen :)) Şaka şaka…

Sözlükte “hobi” kelimesinin karşısında “görev ve meslek dışında severek yapılan, dinlendirici, oyalayıcı uğraş” diye yazıyor.

Benim de bugüne kadar yaptıklarım, gerçekten meslek edinmeyi düşünmeden, ilgimi çeken konularla tanışmış olmayı ve kendime standart hayatımdan bir paydos verip, bambaşka bir ortamda bulunabilmeyi hedefliyordu.

Etrafıma baktığımda kişilerin hobi ve meslek kelimelerini karıştırdığını düşünüyorum. Bu belki her kişinin hayalinin kendini çok çok mutlu hissettiği bir işinin olması. İşe giderken mutluluktan uçması, hatta yolda “canım işim, canım işim” diye şarkı söylemesi.

Size acı bir haber vereyim: bu sadece bir HAYAL!

Hemen bir açıklama getirmek isterim bu yorumuma, insan sevdiği işi yapabilir ama o yine de iştir ve beraberinde pek çok sorumluluk getirir. Kendi işinizse 24 saat aklınızdadır. Kâr etmeniz gerekir, elemanlarınıza karşı sorumluluklarınız vardır, müşterilerinize karşı daha da büyük sorumluluklarınız vardır. Başarılı olmak elzemdir. Rekabet ortamında benzerleriniz arasından sıyrılmanız gerekir. Ve bunu her gün yapmanız gerekir. Vazgeçemezsiniz, bırakamazsınız.

Bir müessesede çalışıyorsanız eğer, bu sefer oranın kurallarına uymak gerekir. Maaşınız bellidir. Yine müşterilerinizi ve bu sefer patronunuzu da mutlu etmeniz gerekir. İş arkadaşlarınızla iyi geçinmek çok önemlidir. Çalışma ortamına ve saatlerine mutlaka uymanız gerekir.

Gerekir de gerekir…

Bilmem anlatabiliyor muyum? (Bu cümleyi hafif Doğu şivesi ile söyleyince komik oluyor… Deneyin…)

Halbuki hobiler öyle mi? Para kazanma ya da kazandırma derdi olmayınca, nasıl da keyifli bir hâl alıyor yapılan çalışmalar.

Ancak bizde kopyacılık maksimumda. Başka hiçbir ülkede belki bu kadar çok yoktur. Herşeyi taklit ediyoruz. Zaten en güzel taklit çantalar da Türkiye’de yapılıyor. Sadece bu bile bir gösterge.

Birisi bir konuda başarılı mı? Hemen “Aman canım ne var ki, ben de yaparım. Zaten çiçekleri de ucuza alıyorlar. İki ders alsan hemen kendi kontaktlarını kullanıp organizasyonlara çiçek tasarlayabilirsin.”

Kardeşim, o kişi bunu meslek edinene kadar neler yaşamış? Ne eğitimler, ne tecrübeler, ne fedakârlıklar, nasıl bir yatırım, neler neler. Ne olur benim yaptığım çalışma sadece bir hobi olarak kalsa? Kime, ne zararı var?

Yapılan işe saygı duymaktan çok, küçümseyip, sonra da aynısını yapmaya çalışıyoruz toplum olarak. Sen de farklı bir şey yap. Olmaz mı? Ama öylesi zor. Yapılanı kopya etmek çok daha kolay.

Milletimin hobisi yok bu nedenle. Çünkü hobileri mesleğe çevirmeye çalışma derdinden kimse yaptığından hoşlanmıyor ki… Bir telaş, bir acele. Kopyalamaya çalışıyoruz her beğendiğimizi, sonra da ondan para kazanmaya çalışıp, tüm güzelliğini, tüm saflığını yok ediyoruz.

Öncelikle hobi edinmeyi öğrenmemiz lazım. İşte kişisel gelişim ancak bu şekilde renklenecek. Her bir hobi farklı bir renk katıyor bize. Ve biz çok renkli, çok keyifli, paylaşabilecek konusu fazlasıyla olan, hayattan zevk alabilen insanlar haline geliyoruz. Yaşımız ilerleyip, iş hayatından elimizi ayağımızı çektiğimiz dönemde de hobilerimiz imdadımıza yetişiyor, bir yaşam şekli olarak karşımıza çıkıyor.

Zamanında denizciliğe merak sarmış bir kişi, yelkenlisi ile dünyayı dolaşabiliyor. Çiçek işine kendini vermiş bir diğeri, bahçesini kendi donatıyor rengârenk çiçeklerle. Onların nasıl yetiştirildiğini torununa gösterebiliyor, paylaşabiliyor.

Seçilerek edinilmiş her bir deneyim, insanı daha kuvvetli kılıyor, geliştiriyor, taşlar üst üste ekleniyor.

İşte kişisel gelişim bu bence. Her yerden edinilen tecrübeler, bilgi akışı. Ama en önemlisi hobilerimiz ve onların bize en başta manevi anlamda kattıkları.

Mutluluğu başkalarının yaptıklarında değil de kendi yapabildiklerimizde bulduğumuzda, daha renkli kişiler olacağımız kesin. Sırf bu sebepten belki de okullarda “hobi edinmek” başlıklı bir ders olmalı ki bizim bızdıklar hobi edinmenin önemini tecrübe ederek öğrensinler. Malum herşeyi okullardan bekliyoruz ya… Bizlerden hayır yok, bunu da okullar versin çocuğa… (Çok manidar oldu ama bu da başka bir yazının konusu sevgili Dostlar)

Hepinize kucak dolusu renkli çakıl taşları…

İşte kişisel gelişim bu bence. Her yerden edinilen tecrübeler, bilgi akışı. Ama en önemlisi hobilerimiz ve onların bize en başta manevi anlamda kattıkları.

Mutluluğu başkalarının yaptıklarında değil de kendi yapabildiklerimizde bulduğumuzda, daha renkli kişiler olacağımız kesin. Sırf bu sebepten belki de okullarda “hobi edinmek” başlıklı bir ders olmalı ki bizim bızdıklar hobi edinmenin önemini tecrübe ederek öğrensinler. Malum herşeyi okullardan bekliyoruz ya… Bizlerden hayır yok, bunu da okullar versin çocuğa… (Çok manidar oldu ama bu da başka bir yazının konusu sevgili Dostlar)

Hepinize kucak dolusu renkli çakıl taşları…

İşte kişisel gelişim bu bence. Her yerden edinilen tecrübeler, bilgi akışı.Ama en önemlisi hobilerimiz ve onların bize en başta manevi anlamda kattıkları.

Mutluluğu başkalarının yaptıklarında değil de kendi yapabildiklerimizde bulduğumuzda, daha renkli kişiler olacağımız kesin. Sırf bu sebepten belki de okullarda “hobi edinmek” başlıklı bir ders olmalı ki bizim bızdıklar hobi edinmenin önemini tecrübe ederek öğrensinler. Malum herşeyi okullardan bekliyoruz ya… Bizlerden hayır yok, bunu da okullar versin çocuğa… (Çok manidar oldu ama bu da başka bir yazının konusu sevgili Dostlar)

Hepinize kucak dolusu renkli çakıl taşları…

Analı Kızlı
Analı Kızlı

Analı kızlı çorbasını bilir misiniz? Kimi yerde Adana bölgesinin, kimi yerde Malatya’nın çorbası denir. İçinde yok yok, bir ben eksiğim yani… Minik içli köfteler, nohut, yoğurt,… Çok besleyici bir çorba. Bildiğim kadarı ile zamanında komşuculuk çok önemli ve hayatta iken, herkesin getirdiği malzemelerle yapılırmış. Yani pek çok kişinin emeğinin, katkısının bulunduğu leziz bir tat.

Hay Allah şimdi de yemek tarifi mi dinleyeceğiz diye aklınızdan geçiyorsaaaa, içinizi rahatlatayım öyle bir durum söz konusu değil. Gerçi çocuklar için blogun bir kenarına mönü (bu kelimeyi telaffuz ederken lütfen dudaklarınızı Ajda Pekkan misali büzüştürün ve “ö” harfi üzerinde biraz duraklayın – neden mi? Çok eğleneceksiniz de ondan, deliye her gün bayram nasılsa, gülümsemek için bir sebep de burada :)) önerileri koymam istendi. Belki onu da yaparız, niye olmasın?

Neyse bugünkü konumuz farklı. Analı kızlı çorbası nasıl zenginse bence anne-kız ilişkisi de o kadar renkli. Bu blogda cinsiyet ayırımı yok. Özellikle de gerçek anlamda “ilgili” babaların da yazıları takip ettiği düşünülürse, yapacağım en son şey ayırımcılıktır. Ancak tabii benim bir anne olduğum ve de bızdığımın da bir kız çocuk olduğu düşünülürse, bazen denge biraz daha bizim tarafa kayabiliyor. Ama bu da belki beyler için bir avantaj olabilir – bizleri hep anlayamadıklarından şikayet ettikleri için bir katkımız olur diye umuyorum.

Yaz hariç Mersin’de yaşayan anneciğim arada çeşitli vesilelerle İstanbul’a geldiğinde benim tüm programlarım önemlerini yitirir, ertelenir, ikinci plana atılır. Zaten kısıtlı olan günler, gerek onun yoğun programı (tavuklar asla yerlerinde durmaz biliyorsunuz – bu ne demek diye düşünenler için “Eyvah! Anneme benzemeye başladım…” başlıklı yazıyı okumanızı öneririm) gerekse diğer koşuşturmalar nedeni ile çok hızlı geçtiği için, planımızı o gelmeden neredeyse bir ay önceden yapmaya başlarız. Aceleci ailenin hali başka oluyor!

Bu sefer de böyle oldu. Pazartesi gününden Perşembe gününe kadar süremiz var. Perşembe kendisi 50 yıllık arkadaşları ile Burma’ya gidecek – tüm itirazlarımıza rağmen. Bu arada bu Burma konusu hakkında gidenler harika şeyler anlatıyorlar ama bizim gibi gitmeyip, yalan yanlış duyduklarımızla köşemizde ahkâm kesenler pek bir huzursuz.

Annemle dolu dolu bir program yaptık. İçinde tabii ki ailemizin en miniği Maya’da var. Öyle bir program ki bu, her aşamasında renk var, her aşamasında bir hareket ve heyecan var.

Önce işler bitiriliyor ardından bir kahve ya da güzel bir mekanda bir öğle yemeği.

Maya okuldan alınıyor. Kızıcık öyle heyecanlı ki, öğretmenine birkaç defa o gün onu anneannesinin alacağını bildirmiş bile. Bahçeye çıktığımız an sadece ve sadece anneannesine gösteri yapıyor, bana bakmıyor bile. Hatta beni onlardan uzakta tutacak bir program bulup mekandan uzaklaşmamı sağlıyor.

Aynı durum evde de geçerli. Anneanne Maya’nın minicik odasına davet edilip (“Ananeeeeeeee geeellllllll!” diye seslenilmesine davet denebilirse eğer), kapı sıkı sıkı kapatılıyor. Bana zaten yapacak iş bulmuş Maya: “Annecim sen işlerini yapabilirsin, biz ananeyle oynicaz!”

Yüzümde hafif bir gülümseme, onu o kadar iyi anlıyorum ki. Bir anne nasıl kıymetliyse, onun annesi sanki iki kat kıymetli oluyor. Onunla geçirilen zaman hiç bitmesin istiyor insan. Ben bu hissi çok ama çok iyi biliyorum.

Akşam Maya ile yemek programı, bızdığı en sevdiği mekan Alkent Mezzaluna’ya götürüyoruz.

Bir akşam da ana kız baş başa sabun köpüğü “Sevgililer Günü” isimli filme gidiyoruz. Oh ne güzel bir kaçamak 🙂

Bizim ailede annemin tarafı ağırlıklı kız çocuk dünyaya getirmiş. Anneannem, ardından annem, ardından ablam Nilgün, onun kızları Amy ve Lydia, ben ve şimdi de Maya. Erkek çocuk nedir çok bilmiyoruz, en azından ailenin bu bölümü olarak. Eminim onun da çok keyifli yönleri vardır gibi politik bir cümle yazacağım buraya ki erkek çocuk anneleri üzerime gelmesinler 🙂

Hamileliğim boyunca bebeğimizin sağlıklı olması tabii ki temel istek idi. İnsan bunu uzun uzun düşünmüyor, doğal olarak sağlıklı bir çocuk istiyor. Bilinçli olarak istediğim “kızımız” olması idi. İşin ilginci bu konuda yalnız değildim. Mengü de aynı şekilde kız çocuk istiyordu. Erkek olsaydı mutsuz mu olacaktık? ASLA! Ama hani vardır ya insanın aklından geçen ama pek de dile getirmeyi uygun bulmadığı, çekindiği, yanlış anlaşılmaktan korktuğu şeyler. İşte bu da öyle bir şeydi bizim için. Allah gönlümüze göre verdi.

İşte şimdi ben bunun tadını çıkartmaya başladım, pek çok kız annesi gibi. Kızımla paylaşımlarımız gittikçe artmaya başladı. Baş başa kitapçıya gidip, kitabımızı seçtikten sonra, ben kahvemi o portakal suyunu içerken sohbet edebiliyoruz. Baş başa uçak yolculuğu yapıp, anneanne ve dedeye gidebiliyoruz. Yol boyu konuşup şakalaşıyoruz. Birlikte jimnastik yapıp, dans ediyoruz. Ve tüm bunları yaparken, gözümde onun daha da büyümüş, genç bir kadın olmuş hali canlanıyor. Aynen annemin anneannemle ya da benim annemle yaptığım gibi paylaşımlar giderek artıyor, nesilden nesile akıyor.

Peki erkek anneleri ne yapsın? Erkeklerin paylaşım şekilleri eminim farklı oluyor. Bir süre sonra eşleri doğal olarak daha ağır basıyor. Ama akıllı ve kendine güvenen erkek anneleri kollarını oğullarının seçtiği eşlere açıyor, onları bağırlarına basıyorlar. Ve biliyor musunuz ne oluyor? Oğullarından uzaklaşmayı bir tarafa bırakın, tam tersine bir kız annesi oluyorlar birden bire. Üstelik hazır geliyor ellerine. Yeter ki bazılarında olan “gelinle yarışma” içgüdüsünü bir tarafa itebilsinler.

Buna en iyi örnek benim Meral Annemdir (valla bu yazıları okuyor diye yazmıyorum.) Üç erkek çocuk, üç gelin. Biz gelinler “titrek” adımlarla onunla ilk tanıştığımızda o bize kendinden emin tavrı, gülümseyen yüzü ve iki yana açılmış kollarıyla geldiğinde, zaten tek yapmamız gereken o kollara kendimizi bırakmak olmuştu. İlk adım bu kadar sıcak olunca zaten ilişkinin geleceği de belirlenmiş oluyor. Ondan sonra ne oluyor biliyor musunuz? Evet bildiniz!
O üç tane “kızım” diyebileceği gelin, bizler de “anne” diyebileceğimiz yakınlıkta hissettiğimiz bir kayınvalide kazanmış oluyoruz.

Maya’ya hamileyken kahyınvalidem bana “Mothers&Daughters;” isimli minicik bir kitap hediye etti, “Seni kızım olarak gördüğüm için benden sana. Sen de kızıcığına verirsin” diyerek.
Kitapta anne-kız ilişkileri ile ilgili pek çok tanınmış kişinin sözleri var. Özellikle bir tanesi bana çok hoş gelmişti. Sizlerle paylaşmak isterim. Olduğu gibi yazmak istedim, anlamı değişmesin diye.

Lyn Lifshin’den: The relationship between a mother and her daughter is as varied, as mysterious, as constantly changing and interconnected as the patterns that touch, move away from, and touch again in a kaleidoscope.

Bana çocukken verilen en kıymetli hediyelerden biriydi kaleydoskop. Günler boyu bu renk cümbüşünü izlemiştim.

Ve şimdi düşününce gerçekten de çocuklarımızla ilişkilerimiz de bu kadar renkli, bu kadar farklı, bu kadar değişken ama bir o kadar da birbirine bağlı.

Çevirin kaleydoskopunuzu, daha da iyisi bızdığınıza bir tane hediye edin, kendisini ve sizi orada bulmasını isteyin. Bakalım o neler görecek…