Size birkaç itirafta bulunmam gerekiyor. Gülebilir, dalga geçebilir, garip suratlar yapabilirsiniz, yeterki ben bilmeyeyim 🙂
Birincisi ben eskiden çocuk sevmezdim. Çünkü onlarla iletişim kuramazdım. Nasıl iletişim kurabileceğimi bilemediğim için bön bön bakardım onlara. Onlar da bunu hisseder (zeki çocukların hali başka oluyor) bana çok kötü davranırlardı. Gerçekten! Şaka yapmıyorum. Zavallı, beceriksiz ama arkadaşça yaklaşımlarım hep hüsranla sonuçlanmıştır.
Onun için bir mekana girdiğimde çocuk görürsem en uzak noktaya oturmaya çalışırdım, uçakta kazayla yakınımda çocuk varsa en mutsuzu bendim (hala tek başıma seyahatlerde bu özelliğim çok da değişmedi) ya da bir arkadaşımın çocuğu varsa onun anlattıkları beni inanılmaz bayardı.
Çok yakın bir arkadaşımın heyecanlı eşi, çocuğun nasıl doğduğunu gayet görsel bir biçimde izah ettiğindeki yüz ifademi görseydiniz, bu kadın hayatta çocuk falan doğurmaz derdiniz.
İkinci itirafım ise safçana bir insan olmam. Neden mi? Çünkü hamilelik dönemimde de aralıksız devam ettiğim ve çok sevdiğim işimden kızım için ayrılacağım bir gün bile aklımın ucundan geçmedi. Saftım saf! Canım ne olacak, kariyer basamaklarını tırmanmaya devam ederken, çocuğumu da bal gibi yetiştiririm. Hem benim işimde öyle kaçta girdin kaçta çıktın gibi garip denetlemeler yok. İşini düzgün yaptığın sürece, müşteri memnuniyeti de tamsa, programını sen belirle. Hem çocuk hem kariyer yapabilmek için ideal bir ortamdan bahsediyorum değil mi?
DEĞİL İŞTE EFENDİM.
Kim çıkarttıysa bu inancı bence bizi kafalamak için ve daha da kötüsü suçlu hissettirmek için yapmış.
Evet çocuklu pek çok müdür, şirket sahibi, sanatçı, pop star, politikacı var ama o çocukları kimin yetiştirdiğini hepimiz tahmin edebiliyoruz. Bu yanlış mı? Böyle bir şey iddia edemem, kimsenin de etmemesini öneririm.
Yalnız elimizi yüreğimize koyalım ve basit bir matematik hesabına gidelim isterseniz:
Gün: 24 saat
Çocuğun gece uyuması gereken saat süresi (yaşına göre değişse de): 10 saat
Kalan uyanık zaman: 14 saat
Annenin işte olduğu süre (yolu falan da ekliyorum): 10 saat
Kalan süre: 4 saat
Anne eve geldikten sonra üzerindeki iş stresini atması, eşofmanını giyip sakin anne konumuna geçmesi için gerekli olan süre (anne huysuz ve gergin bir tip değilse): 30 dakika
Kalan süre: 3 saat 30 dakika
Yemek hazırlığı için gerekli süre: 20-30 dakika
Kalan süre: 3 saat
Çocuğun banyosu için ayrılan süre: 20-30 dakika
Kalan süre: 2 saat 30 dakika
Çalan telefonlar, kapı vs ile ilgili ilgi dağılımı: 20 dakika
Kalan süre: 2 saat 10 dakika
Bu yaklaşık bir hesap ama doğru da olabilir. Çocuğunuz ödev yapma yaşına da geldiyse bir de ödev için 30 dakika ayırın. Kaldı mı size 1 saat 40 dakika! Ne çok, ne çok! Nasıl geçecek bu süre?
Evet çok hainim ama durum böyle gerçekten. Çocuğunuzla baş başa kalabileceğiniz topu topu 100 dakikalık sürenizde hangi birini yapacaksınız? Oyun mu oynayacaksınız, okulda ya da o gün evde neler olup bittiğini mi anlamaya çalışacaksınız, peki eğitim nasıl gidiyor, biraz evde boyama, puzzle vs., sonraaa şu benim uyarı aldığım serbest oyun zamanını da unutmamamız lazım, hani çocuk kendi oyununu kuracak, siz de onun yanında misafir sanatçı olarak oturacak ama pür ilgi olayı takip edeceksiniz.
Bence çok zor.
Sonuç ne oluyor ben size söyleyeyim: bitap bir anne, annenin yorgunluğu nedeni ile kendine düşen azardan payını almış bir baba, tatmin olamamış bir çocuk…
Onun için arkadaşlar hem çocuk, hem kariyer aynı anda olmuyor günümüz Türkiyesinde. Dünyada olabiliyor mu o da bir soru işareti.
Ama bu bir seçim tabii. Kimsenin kendisini suçlu hissetmemesi gerekir aslında. Fakat biz anneler sosyal çevre ve en başta yakınlarımız tarafından öyle suçlu hissettiriliyoruz ki anlamak mümkün değil. Düşene bir de sen vuracaksın misali.
Çocuğun uğruna işinden vazgeçsen, karşına dikilir “Aaaa kariyerinden mi vazgeçiyorsun? Ev kadını mı olacaksın?” derler yüzlerinde ekşi bir ifade.
Evine yardımcı tutup, bütün gün toplantıdan toplantıya koşsan, bir de üzerine iş seyahatleri binse bu sefer kaşlar havaya kalkar “E tabii çocuk böyle olur. Anne hiç ortada yok ki, kadınların elinde büyüyor çocuk” derler.
Yani bu konuda kazanmak mümkün değil.
İşin ilginç tarafı bu lafları edenler de genelde kadınlardır. Kadının düşmanı kendi hemcinsi oluyor çoğunlukla. Karşısındakini kötüleyip, kendini daha matah bir şey mi gösterdiğini düşünüyor bilemiyorum ama sistem böyle yürüyor.
Tabii bütün bunlara ek olarak ayrı bir anne türü var: çalışmamayı seçmiş, evinde bir yada iki hatta ve hatta bazen üç yardımcısı olan fakat yine de tüm gününü çocuksuz uğraşlarla (sosyalleşme de denebilir) doldurup, çocuğuna göstermelik, genelde başka insanların da dahil olduğu aktiviteler (kurslar, çocuk doğumgünleri, arkadaşlarla evde toplanma, sinema, tiyatro, alışveriş merkezlerini turlama, vs.) organize eden bir tür. Bu tür anneler özellikle büyük şehirlerimizde görülseler de, daha küçük şehirlerde görülme oranları hızla artmaktadır. Bu cinsle karşılaştığınızda kaçmanızı öneririm 🙂
Sonuçta çok çeşitli yaşam biçimleri ve seçimler var. Bu tabii ki seçimi yapan kişiyi/aileyi ilgilendirir. Yani bana “Sana ne kardeşim!” diyebilirsiniz.
Fakat lütfen bana “Kariyerim de tam, çocuğum da tam” demeyin. Çünkü buna ben bile inanmam artık. Kariyerinizi ilerletmek için nasıl emek vermeniz gerekiyorsa, nasıl işinizin başında olmanız gerekiyorsa ve üstelik verdiğiniz emekten fedakarlık etmeniz, kariyerinizin sonu demek oluyorsa, aynı paralelde çocuğunuzla da ilişkiniz doğumdan sonra başlıyor ve onu ilerletmek ya da geriye gitmesine sebep olmak yine sizin ellerinizde. Her ikisi mükemmel olarak O-LA-MI-YOR. Lütfen kendimizi kandırmaktan vazgeçelim artık.
Eyvah ki ne eyvah! Gitgide daha çok anneme benzemeye başladım. Siz de aynısını hissediyor musunuz yoksa sadece ben miyim bunu yaşayan?
Canım anneciğimin pek çok yönüyle örnek aldığım bir kişilik olduğu tartışılmaz. Belki de işte tam bu sebepten bu benzerlik oluşmaya başladı. Ama neden daha önce yoktu da şimdi var? Bu benzeme durumu beklemediğim bir anda dank ettiği için az biraz şaşkınım anlayacağınız.
Burçlardan çok fazla anlamam. Benim için belirli bir burçtan bir yakınım varsa, o kişinin hal ve tavırları burcu için bir göstergedir, normalde tersi olması gerekirken. Annem Oğlak burcu. Benim tanımlayabileceğim Oğlak burcu kararlı, ne istediğini belirleyip hedefini koyduktan sonra asla ama asla bu hedeften şaşmayan, emin adımlarla hedefe tırmanan bir kişilik. Yani siz arada bayılabilirsiniz, sıkılabilirsiniz, değişiklik yapmak isteyebilirsiniz ama o sizi asla bırakmaz sürükler de sürükler. Hele de benim gibi heyecanlı, aceleci, yenilik delisi bir Yay burcuysanız, Oğlak burcuna artık yalvarır hale gelirsiniz: “Tamam amaç buydu ama ben vazgeçtim şunu yapıcammmmm!” Oğlak burcu ise sakin bir tavırla sizi şöyle bir süzer ve “Tamam tamam önce şu hedefimize ulaşalım sonra istediğini yap!”
Canım annemle ilişkimizin temelinde bu yatar aslında. Sevgi ile verilmiş bir disiplin örneklemesi. Yapılması gerekenler ve yapılmak istenilenler önem sırasına göre sıralanır ve çatlasan da patlasan da ta-mam-la-nırrrrr.
Hatta öylesine ki anneme isim takmıştım çok seneler önce. Pek de hoş bir şey değildi belki ama bence komikti ve durumu gayet güzel özetliyordu: TAVUK!
Aslında şimdi de düşünüyorum da çok doğru çünkü öncelikle tavuk anaçtır. Civcivleri için en iyisini ister. Ama onların yanlış yönlere saptığını görürse de gagalamaktan çekinmez. Maksat doğru yere gitmektir, kimseye zarar gelmemesi önemlidir. Haaa bir de bu arada cır cır konuşur tabii ki… (Annecim umarım gülüyorsunuzdur şu anda bu yazıyı okurken.)
Buraya kadar bir başkasını anlattım sandınız değil mi? Hayır efendim, çok yanıldınız. Resmen kendimi anlattım size. İşte ben de artık bir tavuk oldum 🙂
Maya ile ilişkime şöyle çıkabildiğim kadar uzaktan bakmaya çalıştığımda gördüğüm, annemin bana ve ablama yaptığı gibi kol kanat geren ama aynı zamanda sürekli ne yapılması gerektiğini hatırlatan ve işin peşine düşüp, iş gerçekleşene kadar didiklemekten vazgeçmeyen bir anne profili ile minik gözlerini yuvarlayarak “off, puff” diyen bir ufaklık.
Hani sorumluluk vermek istiyorum ya çocuğuma, aynı zamanda onun da benim verdiğim sorumluluğu alıp sonuna kadar sebat etmesini de istiyorum. Bu minicik bir görevden daha komplike bir isteğe kadar geniş bir yelpazeye yayılabiliyor.
Ona birisi bir hediye verdiğinde “teşekkür” etmesini bilmesinden, bir şey isterken “lütfen” demesinin otomatikleşmesine, tanıdığı bir kişi ile doğru dürüst selamlaşmanın önemini kavramasından, bunu anladıktan sonra da pratikte uygulamasına kadar pek çok konuda bıdık bıdık uğraşıyorum. Amacım ileride sosyal anlamda çevresi tarafından beğenilen ve istenilen bir kişi olması. Çünkü kabul etmemiz gerekir ki ne kadar güzel bir görüntü sergileseler de, çocuklarımız arsız, antisosyal ya da yıkıcı olurlarsa, bir o kadar istenmeyen kişiler olacaklar etraflarınca. Bu da onların hem sosyal, hem de iş yaşantısında çok mutsuz ve yalnız olmalarına sebep olacak. Yani temelde yine kendileri zarar görecek.
Eski iş yerimdeki müdürlerimden biri yakın zamanda çok önemli bir saptama yaptı: “İş hayatında gerçek anlamda başarılı olan kişilere bir bak. Hepsinin ortak özelliği güzel kişiler (iç güzellik anlamında) olmaları. İçin dışın birse, ahlaklı bir insansan ne yaparsan yap mutlaka fark edilirsin ve güzel bir yerlere gelirsin.”
Ne kadar doğru değil mi? Bir düşünün… Aileden geçme bir işi üstlenenlerin dışında, tam anlamıyla profesyonel olarak başarıyı yakalamış kişiler genelde çok nitelikli ve yapıcı, sosyal anlamda da kuvvetli kişilikler oluyor.
Peki bu nasıl oluşuyor? İşte biz anne ve babalar bunun ilk tohumunu atanlarız aslında. Çünkü sosyal başarı içtenlik varsa oluyor. İçtenlik ise ancak doğalsa oluşuyor. Yani nasıl yeme ve içme alışkanlıkları 6 yaşa kadar oluşuyorsa ya da temeli atılıyorsa diyelim, sosyal alışkanlıklar da evde oluşuyor. Sokakta pratiğe dökülüyor.
Tabii ben şimdi 3.5 yaşındaki bızdığımı karşıma alıp da “Bak Mayacım şimdi sen bunun değerini anlamıyorsun ama 21 yaşına geldiğinde çok işine yarayacak, sorumluluk sahibi, sosyal bir insan olacaksın,…” diyemiyorum. Henüz o kadar kafayı yemedim. Gerçi yakında onu da yaparsam şaşmayın. Ama önemli olan şu anki resim karemizde, kızıcığına bazen tatlı bazen o kadar da tatlı olmayarak doğru yolu göstermeye ve gösterdiğinin öğrenildiğinden emin olmaya çalışan bir anne ile karşısında bazen ona gülen bazen de pöffff diyen bir minik var. Evet daha şimdiden oflamaya poflamaya başladı bizimki. Yakında ben evi terk ediyorum derse şaşmayacağım. Gerçi ben bunu canım anneme hiçbir zaman demedim ama zamane gençliği belli mi olur?
Sonuçta ben her geçen gün daha fazla anneme benzemeye ve onun yaptıklarının aslında ne kadar doğal olarak benden de kızıma aktığını şaşırarak gözlemlemeye başladım.
“Mayacııımmm dişlerini fırçaladın mı?”
“Mayacııımmm okula bir resim yapıp götürmemiz gerekiyor. Hadi gel canım önce onu bitirelim, sonra Kipper seyredersin.”
“Mayacııımmm vitaminlerini al bakalım.”
“Tatlım bak yarın akşam babaannede kalacaksın. Ona minik birşey götürürsen çok hoş olur. Cup cake alalım mı? Hem Bulut’a da ikram edersin.”
“Mayacım artık okumadığımız kitaplarını ve oynamadığın oyuncaklarını Starbucks’a/ToyzzShop’a götürelim. Almaya imkanı olmayan, üzülen çocuklara yollasınlar.”
“Yılbaşı geliyor canikom. Ben kartlarımızı yazarken sen de zarflara adres etiketlerini yapıştırmak ister misin?”
Ve daha niceleri. Hepsinde bir mesaj vermeye çalıştığımı, bir sorumluluk alması için teşvik ettiğimi dönüp baktığımda görüyorum. Umarım kızıcık da ileride, belki farkında bile olmadan, kazanılması gereken değerleri çocuklarına aşılar.
Tavuk annecim benim, iyi ki varsın!
Eskiden de böyle yaparlar mıydı bilmiyorum ama bizim jenerasyonda gördüğüm, bebekler daha anne karnındayken bir ön isim veriliyor. Biraz garip isimler olabiliyor bunlar. Mesela şekerpare, şeftalim falan tarzı yenebilecek şeyler ya da daha isme yakın olanlar. Örneğin bir arkadaşım can can diyordu. Sonra oğlu doğunca da adını Can koydular.
Bu bir ihtiyaç galiba. Çünkü insanın karnında bile olsa, biz geveze anneler ve bizden geri kalmamaya çalışan zavallı babalar bebeklerimizle daha bir fetus iken konuşmaya başlıyoruz.
Hani bir insana nasıl hitap etmeniz gerektiğini bilemediğinizde (genelde eşinizin aile bireyleriyle böyle bir sıkıntı yaşanır, özellikle evliliğin ilk başında) ya da ismini unuttuğunuz bir kişiyle karşılaştığınızda hitapsız konuşmaya çalışırız ya:
“Nasılsınız?”
“Size geçen gün söylediğim gibi…”
“Aaa merhaba!”, vs. vs.
Ne kadar zor birşey gerçekten. İşte aynen bu sebepten bebeklerimize de bir isim takma ihtiyacı duyuyoruz, en azından cinsiyetini öğrenene kadar. Düzgün hitap edemezsek kırılırlar Allah korusun 🙂
Biz de Maya’ya “Bubble” ismini takmıştık. Hangimiz ilk bu ismi buldu hatırlamıyorum, neden İngilizce olduğunu da bilmiyorum ama Maya doğana kadarki ismi “Bubble” idi.
Geçenlerde çekilen bir resim aklıma bu ismi getirdi. İçim ısındı yine.
Karnımda yavaş yavaş büyürken, kendimce cır cır onunla konuşurken ve muhteşem karga sesimle ona banyoda (hani banyoda insan sesini daha güzel sanıyor ya) şarkı söylerken hep bu ismi kullanırdım.
Hayalimdeki bebek bu ismi sever ve kendi de zaten bir anlamda bir baloncuğun içinde olduğundan bu isim ona ve duruma çok uyardı. Bu şekilde kendime minik bebeğimizin son dereceli korumalı bir ortamda olduğunu, daha şimdiden, annesi olarak onu tüm tehlikelerden koruduğumu hatırlatırdım.
Abur cubur yemez, içki içmez, hamile yogasıyla ve harika müziklerle kendimi ve onu huzura erdirirdim – hmmm biraz sıkıcıymış hayat aslına bakarsanız…
Ve geri planda aynı mırıltılar devam ederdi : Bubble, Bubble, Bubble, lay lay lommmm.
Üstelik baloncukları da çok severim. Bana hep mutluluğun, keyifli anların sembolü gibi gelir. (Havaya üflenen baloncuklar, şampanya kadehindeki baloncuklar, banyodaki baloncuklar,…)
Mayacık dünyaya geldiğinde (o kadar rahattı ki hiç çıkmak istemedi zaten) sanki bu bubble da pıt diye patladı. İşte gerçek hayat ve gözyaşları! Adeta miniğim baloncuğundan çıkıp dış dünyaya gelişinden dolayı pek de mutlu değildi. 32 saatlik doğum mücadelemin sonunda onu kucağıma aldığımda aklımdan ilk geçen tabii ki “OH, NİHAYET! HİÇ ÇIKMAYACAK SANDIM!” dan sonra, “Hoşgeldin ‘Bubbleım’, artık sen Mayasın ve ben seni hep koruyacağım, sen merak etme” oldu.
O gün bugün de kızıcığıma zarar vermek isteyen diğer miniklere bile dişlerimi gösterir oldum. Ben nasıl bir insan oldum böyle diye düşünmeden duramıyorum. Hem kendi sorunlarını kendi çözsün, bağımsız olsun diye uğraşırken hem de inanılmaz bir annelik içgüdüsüyle saniyede yanında bitiveriyorum.
Nasıl birşeydir bu böyle?
Yine okuduğum kitaplardan birinde çok doğru bir yaklaşım vardı. Bizlerin nihai hedefinin çocuklarımızı BİZLERDEN BAĞIMSIZ, KENDİ AYAKLARININ ÜZERİNDE DURABİLEN bireyler olarak yetiştirmemiz olduğu belirtiliyordu (ya da öyle olmasının doğru olacağı…) Bunu başarabilmek için bazı aşamalarda çocuğumuzu serbest bırakıp, birkaç adım geriye gitmeyi de bilmemiz gerekiyor tabii. Onlar kendi mücadelelerini kendileri yapmalılar, bizlerin her an onlara destek vermeye hazır olduğumuzu içlerinde hissederek. İşin en zor tarafı bu herhalde. Bu dengeyi sağlamak, gerektiğinde acı çektiğini görsek de çözümünü kendisinin bulması için zaman tanımak, fırsat vermek…
3.5 yaşında bunu çok minik dozlarda yaşıyor kızıcığım. Evet minik “Bubble” bulunduğu baloncuktan çıktı ama bence hayatı resimde etrafını saran baloncuklar kadar renkli, keyifli ve mutluluklarla dolu olacak 🙂 (En azından inanmak istediğim bu – hepimizin bebekleri için…)
Bubble, Bubble, Bubble, lay lay lommmmmmmmmmmmmmmmmmm
Category: Çocuklu Olmak, Genel
“Bugün yarın mı?”
Maya’nın ara ara sorduğu bir soru bu. Aslında onun anlamaya çalıştığı zaman.
“Anneanne gelecek Mayacım, ne güzel değil mi?”
“Ne zaman?”
“Yarın canım. Yani akşam uyuyup uyanıcaz sonra gelecek.”
Ertesi sabah, Maya tekrar sorar :
“Anne bugün yarın mı?”
İlk başlarda “Nasıl yani, bugün bugün işte, ne yarını???” diye düşünürken sonraları anlamaya başladım sorunun ne demek olduğunu.
Hani Maya’nın Günlüğü – Güzel Bir Gün kitabındaki anne gibi bende kızımın zeka düzeyime hiç ama hiç yakıştıramadığı bir yaklaşım içindeydim bu soruyu ilk duyduğumda.
Sonra sonra Maya’nın günleri takip etmeye çalıştığını anladım da rahata erdik. İletişim sorunumuz ortadan kalktı. (En azından bu konuda…)
Yalnız tabii ben her konudan başka bir şeyler çıkartmaya meraklı bir insan olarak, burada vurgulamak istediğim, gün takibinden de öte “bugünün” gerçekten “yarın” olduğu…
Günler ne kadar hızlı geçiyor, zaman akıp gidiyor, bugünün tadını çıkartmak gerek tarzı yaklaşımlar gerçekten doğru. Fakat tüm bunların ötesinde bugün aslında GERÇEKTEN yarın.
Yani bir durun ve düşünün: her günümüz ileriye dönük planlar yapmak ya da en azından yapmaya çalışmakla geçiyor. Öyle bir koşturma içindeyiz ki. Buna bir de minik bebeğimizin sorumlulukları girince bazen hayat bir “yapılacaklar listesi” şeklini alıyor ve maalesef pek çok güzelliği fark edemeden, listemizde yer alan bir sonraki “işimize” yöneliyoruz.
Bundan dört sene önce, çok severek çalıştığım işyerinden kızıma kaliteli zaman ayırabilmek adına ayrılma kararı verirken, elimde çok daha fazla zaman olacağını düşünmüştüm. Yaklaşık 12 senelik iş hayatımda yaptığım işler hep çok yoğun oldu ve hep özveri gerektirdi. Ama bir o kadar da renkli ve hareketli oldu. O zamanlar evde kalmayı tercih eden annelerin neden hiçbir şeye yetişememelerine anlam veremez ve hatta azıcık da onları beceriksiz bulurdum. “Ellerinde bu kadar zaman var. Minicik bir bebek ya da bir çocuk ne kadar vakitlerini alır ki…” diye düşünürdüm.
Fakat insan biraz da kendi kaşınıyor sanırım. Maya biraz ortaya çıktıktan sonra ufak ufak zamanı kendim yönetebileceğim işlere yönelmeye başladım. Önce kızımdan artan zamanda yapacağım dediğim iş, daha sonra bayağı vaktimi almaya başladı. Yarım iş yapmayı sevmeyen, rahatsız bir tip olduğum için (hep annemle babamın suçu!) birden bire kendimi bayağı yoğun bir tempoda buldum. Yine de sabah 9 akşam 6 (ya da daha fazla) çalışan çocuklu arkadaşlarıma göre daha özgür sayılırdım.
Ancak minik Mayacığımın günleri böylesine takibe alması benim birden duraksamama neden oldu. Çünkü gerçekten bazen onunla geçirdiğimiz zamanın büyük bölümünü işimle, evimle, ailemle yada arkadaşlarımla ilgili yapmam gerekenleri düşünmekle geçirdiğimi fark ettim. O zaman bu kadar çok sevdiğim işi dört sene önce neden bırakmıştım?
Buradan sakın kimse annelerin, özellikle de çocuktan önce çalışan annelerin atıl birer birey olarak kalmaları gerektiğini savunduğum sonucuna varmasın. Ancak kendimizi “yapılacaklar listesi”ne kaptırmadan, bir daha elde edemeyeceğimiz bu anların tadını çıkartmayı öncelikli olarak ele alsak hayat çok daha güzel olacak bence. Ben yapabiliyor muyum? De-ni-yo-rum!
Bu dönemin annelerinin en büyük açmazı birden fazla rolleri olmaları, hatta çok fazla. Ama bu da başka bir yazının konusu.
Geçenlerde Maya’nın okulundan gelen bir yazıyı sizinle paylaşarak, artık noktayı koyuyorum 🙂
Çocuğumuza,
Sürekli meşguldüm o kadar sene
Seninle doyasıya oynayamadım.
Sen beni çağırdın gel oyna diye,
Ben bir türlü zaman ayıramadım.Giydirdim, doyurdum, seni kolladım,
Sadece bunları yeterli sandım,
Bana oyuncağını getirdiğinde,
Ben seni çoğu kez, başımdan savdım.Yatağa yatırır seni okşardım,
Sen uyur uyumaz hemen çıkardım.
Şimdi o günleri çok özlüyorum,
Keşke bir dakika fazla kalsaydım.Hayat ne kadar kısa, yıllar ne çabuk,
Ne zaman büyüdü bu küçük çocuk,
Ona dokunmak için uzandığımda,
Ellerim boş kalır yüreğim buruk.Artık ne resimler, ne de oyunlar
Ne “İyi geceler”, ne sarılmalar,
Hepsi çok geride, ulaşmak zor,
Yaşanmadı sanki o güzel yıllar.Artık hiç işim yok, yapayalnızım.
Günlerim çok uzun üstelik bomboş
Keşke istediklerini bir bir yapsaydım
Küçük arzuların şimdi çok şirin, çok hoş.Alice Chase
Geçenlerde çok dolu olduğum bir an bir yazı yazmış, içimdekileri ve bununla birlikte edindiğim bir tecrübeyi paylaşmak istemiştim. Pek çoğunuz bu yazıyı okudu ve cevaplar gerek yazılı gerek sözlü geldi :))
0 km Bızdıklar başlayınca birkaç kişi bu maili bana hatırlatıp, içinde faydalı bilgiler vardı bloga da koysana dedi… Sizleri mi kırıcam, işte yazı aşağıda. Okumuş olanlara ikinci baskı olduğu için şimdiden özür dilerim. (more…)
Category: Çocuklu Olmak, Sağlık
Bu 0 km. bızdıklar nasıl çıktı?
Aslında bu kendi ihtiyaçlarımdan, kendi yaşadıklarımdan, canım arkadaşlarımın ve benim düştüğümüz komik durumlardan ortaya çıktı. (more…)
Category: Çocuklu Olmak, Genel