Okuma saatlerimiz yeni okul sezonuna kadar son buldu. İçimi kıpır kıpır eden, kalbimin güm güm atmasını sağlayan, benim için haftanın en belirgin günü olan Perşembe okumalarımıza yaz için ara verdik.
Sonbaharda tekrar başlarız diye düşünüyorum – mekânı fazla benimsediğim için Ayşe ile bu konuyu konuşmadım bile… Nasılsa yine kollarını açacak, bizleri bızdıklarla o sihirli kitabevinde ağırlayacak.
Bu keyife ara verirken, yeni bir heyecan var şimdilerde…
0 km. bızdıklar kurulduğundan bu yana ilk dergi tecrübemi okulumun üç ayda bir çıkarttığı “BizLetter”da edindim. Tarsus Amerikan mezunlarını buluşturan bu dergi için yazı yazmanın anlamı büyük. Mezunlara ulaşıyorum, taze öğrencilere ulaşıyorum, onlardan yorumlar alıyorum. Nefis, nefis.
Şimdi ise, Haziran ayı güzelliği “Mini” ile karşımda. “Mini Kids” ve “Mini Pregnancy and Baby”, iki harikulade dergi, tek poşette çıkıyor.
“Farkında anne babaların dergisi” diyorlar kendilerine. Yani çocuk sahibi olmanın pembe gülücükler, kahkaha dolu günler, eş dostla çocuklarının etrafta koşuşturduğu pikniklerden ibaret olmadığının “farkında” olan ebeveynler için hazırlanmış bir dergi. Anne babaların bu güzelliklerin dışında daha pek çok önemli ve bazen çok da keyifli olmayan detayla uğraştığının “farkında” olan bir dergi. Bir çocuğun büyüme aşamasındaki sancılı günlerini de ele almaktan korkmayan bir dergi.
İçten, paylaşımcı, sıcak, rahat,…
İşte bu noktada onlarla çok kaynaşıyorum, yani sadece sevgili İlana için değil, derginin içeriği, yazıları, hedefi, hepsi beni cezbediyor. İlana’yı da çok seviyorum, o ayrı 🙂
Evet, geçen ay sonu kendisinden dergi ile ilgili bilgi ve “Bizim yazarlarımızdan olur musun?” sorusu gelince bir an bile tereddüt etmeden “Tabii ki!” dedim. Sevgili eşim evlenme teklif ettiğinde bile birkaç saniye daha uzun düşünmüş olabilirim… (Hâlâ takılır bana, hemen cevap vermedim diye 🙂 Oysaki kulaklarıma inanamamış olmanın verdiği anlık duraksamayı yaşıyordum sadece…)
Şaka bir yana, konumuza dönersek, “Mini Kids” yazarlarındanım artık! Çok heyecanlıyım, çok! İlk yazım Haziran dergisinde çıktı. Dergi her yerde, marketlerin dergi köşesinde, kitapçılarda,… Onun için hemen koşup alın lütfen, orada da buluşmuş olalım sizlerle.
Her zamanki gibi yorumlarınızı, önerilerinizi, konu başlıklarınızı ve hatta yazılarınızı bekliyorum kollarımı açmış. Bu dergi hepimizin dergisi, birlikte hazırlayalım 0 km. bızdıklar köşesini 🙂
Evet evet çok heyecanlıyım. Okuma saatlerimiz daha geniş kitlelere yayılmaya başladı.
Öncelikle Nisan ayında iki tane çok güzel internet sitesinde yer aldı.
İlki Urban Lulu ve ikincisi Çocuk Vizyon olmak üzere, bu önemli iki site bize yer verdiler. (more…)
“Babalar Okuyor!” dört koca haftayı tamamladı. Geçtiğimiz Pazar, dördüncüsünü gerçekleştirdik.
Okuyucumuz Mehmed Bey, bana iki hafta önceden söz vermişti – daha doğrusu teklifimi geri çevirmeyip hemen belirlediğimiz tarihi ajandasına not etmişti.
Hafta başı Sihirli Sayfalar’a gidip kitapları seçmiş, okumuş, çalışmış.
Pazar günü Bebek pek bir dolu ama geçen Pazar bir de şenlik vardı. Hava da güzel. Pek bir keyifli.
O sabah Maya’nın yüzme dersi var. Çıkışta uzun uzun yemek yemeye vakit yok. Bir güzel muzunu yiyor bizimki. Hemen Sihirli Sayfalar’a gidiyoruz. Maya öncelikle oturma düzenine yardımcı oldu. Renkli tabureleri okuduğumuz bölüme yerleştirdi.
Ardından Ayşe’ye yardıma koştu. Tarçın ve Biber’in kafesleri değişecek, temizlenecek. Tam bu işleri yaparken okuma saati geldi.
Yan yana oturdular minikler. Erkekler biraz fazla hareketli ve konuşkan, kızlar biraz fazla sessiz. Erkeklerden yana hafif şikayetçi oldular sonlara doğru ama sanat çalışmasını birlikte yapmaktan da geri kalmadılar.
Babalar Okuyor! – Mehmed Baba ile… from 0kmbizdiklar on Vimeo.
Bu sefer hem babalar hem çocuklar yaptı çalışmaları.
Sonrasında hemen Bebek Parkı, biraz oyun ve kimimiz yemek yemek için bir mekana, kimimiz koşa koşa evimize gittik.
Bu Pazar Maya’nın okulundan arkadaşı Deniz’in babası Cem Bey kitap okuyacak. Biz haftaya 23 Nisan nedeni ile burada değiliz, ben kaçırıyorum diye üzülüyorum ama Cem Bey’den söz aldım, hatırım için bir sefer daha okuyacak.
Herkesi Pazar günü Sihirli Sayfalar’a bekliyoruz. Lütfen gelmek isteyen tüm bızdıkları getirin. Çok eğleniyorlar 🙂
Geçen Perşembe saat 16:30’da bızdıklarla sihirli mekanımızda buluştuğumuzda, yeni yeni yüzler vardı. Kimisi tam zamanında oradaydı. Kimi biz okurken geldi.
Yeni yüzler, yeni heyecanlar. Onların ilk şaşkınlığını izlemek çok hoşuma gidiyor. İlk günden okuma saatini takip eden sadık okuyucularımız artık programın nasıl ilerleyeceğini biliyorlar. Tek yenilik seçilen kitaplar ve yapılacak aktivite oluyor.
Fakat yeni yüzler için her şey bir sürpriz. Ben de bunun farkında olduğumdan, onları daha da işin içine katmaya çabalıyorum. Arkalarda otursunlar istemiyorum.
Bu hafta aslında tüm çocuklara bir değişiklik planlamıştık. Sihirli Sayfalar’da piyano dersi de veriliyor. Ben taze gelmiş bir sürü kitap arasından bu hafta okuyacaklarımı seçmek için her zamanki masama kurulmuşken, piyano öğretmeni Oya‘da bu projeye katkıda bulunmak istediğini söyledi. Havalara uçtuğumu tahmin edersiniz. Düşünsenize sanat ve edebiyatın ilk adımlarını bu minikler Sihirli Sayfalar’da her hafta atıyorlar, yeni yeni tecrübeler ediniyorlar.
Bir de müzik eklenince işte size yeni bir renk. Nasıl olur, ne yaparsak keyif alırlar diye konuştuktan sonra ben kitaplarımı seçtim. Oya Hanım’da planını yaptı.
Ve ne yaptık dersiniz? Kitaplardan birindeki nakarattan bir şarkı çıkartıp, çocuklara çalındı. Ardından heykel dansı yaptılar. Çok şekerlerdi. Fotoğraflar tam hissi anlatmıyor bu tip görüntülerde. O nedenle filmi izlemenizi öneririm.
Bızdıklar Heykel Dansı from 0kmbizdiklar on Vimeo.
Ardından mekanın iki minik hayvanı (Guinea Pig – Türkçesi ne bilemiyorum) Tarçın ve Biber çocuklar tarafından sevilmek üzere daire içine alındı. Onlar biraz korktular ama bizimkiler onlara hiç zarar vermedi, minik elleriyle sevdiler sadece.
Bu hafta hangi yeni kitaplardan seçmeler yapıp, ne kılığa bürünsem diye düşünüyorum ben.
Size düşen bızdıklarınızı kapıp okuma saatine gelmek, hatta daha da iyisi bızdıklar arkadaşlarını da getirsinler. Hepinizi bekliyoruz 🙂
Defne tavşan da oluurr, palyaço da, cadı da, prenses de… Yeterki bızdıklar ben kitap okurken sıkılmasınlar. Şekilden şekile giriyorum ve en başta ben, çok ama çok eğleniyorum. Sanki düz okusam bir şeyler eksik olacakmış gibi geliyor.
Halbuki onlar her şeyi sevinçle karşılıyorlar, her verilenden memnun oluyorlar.
Evet ilk okuma saatimiz başlayalı bir aydan fazla oldu. Geçen hafta Perşembe beşincisini yaptık! Yani 5 koca hafta!!! Zaman hızla akıp gidiyor.
Bu hafta da harika kitaplarımız vardı. Bu sefer minikler kitaplara doyamadılar. Birkaç tane ekstra okuduk istek üzerine.
Okuduğum kitaplar arasında iki tane çok şeker tavşan hikayesi olduğu için aksesuarım tavşan kulaklarıydı. Kulaklarımın olmasını sağlayan Serra’ya buradan tekrar çok teşekkürler ve kocaman bir öpücük!
Okumamızı takiben boyama yaptık bu sefer, kolunda sepeti, sepetinin içerisinde de çeşitli yumurtaları olan bir tavşan boyadı bizimkiler.
Ve harika bir okuma saati daha sonlandı.
Ardından biraz Bebek Parkı, iyice üşüyüp Kırıntı’da hep beraber yemek ve kocaman gülümseme dolu ama bir o kadar da yorgun yüzler evlerinin yolunu tuttu.
Eve giderken gayet rahat bir taksi yakaladık Zeynep’le. Arkaya doluştuk, iki anne, iki dişi bızdık. Elimizde paketlerimiz, çantalar,… Bir mutluyuz, bir mutluyuz: minikler hayatlarından memnun, bir de temiz, geniş bir araç bulmuşuz, daha ne isteriz hayattan…
Derin bir nefes aldım, yine içimden şükrettim, bu güzel anları yaşayabildiğimiz için ve bu mutluluğu, keyifi paylaşabilecek arkadaşlarımız olduğu için.
Bu hafta yine herkesi bekliyoruz, Sihirli Sayfalar’a yeni cici kitaplar geldi. Acaba ne okusak?
Neden Çocuk Sahibi Oluruz ?
Böyle bir soruya cevap vermek herhalde oldukça zor, en azından benim için… Eskiden çocuklardan uzak duran, onlarla iletişim kuramayan bir insan olarak, benim neden çocuk doğurduğum meçhul aslında ama iyi ki de doğurmuşum. Şimdi pek bir mutluyum.
Fakat henüz bu mutluluk mertebesine erişememiş anne adayları için aslında bu soru son derece kafa kurcalayıcı ve karıştırıcı olabiliyor. Etrafımda bunu kendine ve sonra da dönüp biz çocuklulara soran, bu olguyu kurcalayan arkadaşlarım var. Haksız sayılmazlar. Ben de nedenini niçinini düşünmeden, evliliğimizin 3. yılında “Eh artık eskisi kadar geceleri uzun saatler dışarı çıkmıyoruz, bayağı da bir seyahat ettik, eninde sonunda çocuğumuz olacak, ben de 20’li yaşlarımda değilim, bari yapalım artık” tarzı son derece romantik (!) bir düşünce şekli ile hamile kaldığım için, onları çok iyi anlıyorum. Garipsemiyorum tereddüt edenleri.
Öte yandan onları şöyle bir sarsıp aslında neler kaçırdıklarını da hissettirmek istemiyor değilim. Hani çocuk yerine kedi ya da köpekleri ile ömürlerini geçirmeyi tercih edenler var ya, ne kadar hayvan sevgim sonsuz olsa da (hatta bazen insanlardan daha çok sevdiğim olmuştur – özellikle de köpekleri), bir çocuğun insana kattıkları bambaşka. Bunu da maalesef yaşamadan bir kişinin anlaması çok zor.
Peki, neden doğuruyoruz, eğer neye benzediğini bilmiyorsak?
Birincisi tabii ki sosyal olgular. Bence doğal insan yapısından ve üreme dürtüsünden de öte insanlar için sosyal olgular öncelikli.
Nasıl çocuğumuz arkadaşında olan bir oyuncağın aynısını istiyorsa ve kendisinde olan onlarca oyuncak, bu elinde olmayandan daha kıymetli geliyorsa, bence bizler de etrafımızda çocuk sahibi olanlara özeniyoruz. Ya da en azından onlarda oluyorsa bizde de olması gerekiyormuş gibi düşünüyoruz. Aksi takdirde bir eksiklik oluyor.
Öte yandan yine sosyal durumla ilgili olarak, eğer arkadaş grubumuzun çoğu çocuk çoluğa karıştıysa, konuşulan konular, gidilen mekanlar, seçilen aktiviteler bile değişiyor. Bir süre sonra kendimizi grubun dışında kalmış gibi hissetmemiz çok normal.
Aslında aynısı tersi için de geçerli – bazen de çocuklu olmak grup dışında kalmaya neden oluyor. Benim birkaç kız grubumdan bir tanesi ile, ben bekârken çok zaman geçirirken, ben evlenip, diğer üç kız hâlâ bekârlıklarına devam edince görüşmelerimiz seyrekleşmeye başlamıştı.
Bir kere benim için onlarla oturup erkekleri çekiştirmek ve “erkek milletinin” ne kadar kötü ya da eksik olduklarını konuşmak önemsizdi çünkü çok sevdiğim ve saydığım bir eşim olmuştu.
Onlar için de ben sıkıcı olmuştum bir miktar, çünkü yeni aşk maceralarım yoktu, hayatım belirli bir düzende akıp gidiyordu. Onlar akıllarına estiğinde akşamları buluşabiliyorlardı. Benimse eşim ve bir sorumluluğum vardı. Daha programlı yaşıyordum artık.
Derken bir de Maya olunca tam koptuk. Ben iyice sıkıcı geldim onlara. Eh, ilk sene bebek ve emzirme yaşamımı özetliyordu zaten. Hâlâ aradığını bulamamış, “özgür” olarak takılan bayanlar için benim hiçbir çekici tarafım kalmamıştı.
Benimse arkadaş çevrem farklı yönde gelişmeye başlamıştı. Benim durumumda olan annelerle pek çok paylaşımlarım olmaya başlamıştı. Bebeklerimizi birlikte gezdirmekten, onlar uyurken bir kahve kaçamağı yapmaya kadar artık farklı bir kulvardaydım.
Evet, insanın arkadaşlıkları bazen dönemsel olabiliyor. Ne yapalım bazen öyle olması gerekiyor…
Nerede kalmıştık? Neden çocuk sahibi oluruz?
Bazen yukarıdaki dışta kalma hikayesi insanların çabuk karar alıp hamile kalmalarına neden olabiliyor tabii. Bir laf var ya “If you can’t beat them, join them!”, biraz acımasız ama bence burada kullanılabilir. Gruba katılmak bazen daha kolay olabiliyor.
Bir başka doğurma nedeni, ailelerin çocukluktan bu yana verdiği mesaj. Hayatta en önemli şeyin insanın sağlıklı bebeklere sahip olması ve onlarla bir ailenin kuruluyor olması. Hatta bazı kişileri duyarsınız “İkinci çocuktan sonra aile olduğumuzu hissettim” diye, yani teki bile yetmiyor aile olabilmek için, ikilemek gerekiyor tarzı mesajlar her daim etrafımızda.
Çocukların evcilik tarzı oyunlarında her zaman bir anne, bir baba ve bir çocuk vardır. Çocuksuz evcilik oynayanını ben görmedim. Normal gelen budur çünkü.
Çocuksuz hayatı “seçen” kişiler en azından bizim toplumda oldukça az. O yüzden de aslında müthiş bir eleştri silsilesi içerisinde buluyorlar kendilerini sanırım. İlk defa tanıştığınız evli bir çifte soracağınız sorulardan biri “Çocuğunuz var mı?” dır. Bu doğalıdır çünkü, eninde sonunda herkes çocuk yapar. Yapmayanın fiziksel bir problemi olması beklenir. Bunun bir seçim olması pek sık rastlamadığımız bir durumdur. Rastladığımızda da inanmak istemeyiz aslında. Nedenini anlamaya çalışırız. Hür irade ile bir karar verilmiş ama acaba neden? Maddi durumdan mı? Geçmişte ailede bir sıkıntı mı yaşanmış? Belki de fiziksel yetersizlik var da söylemek istemiyorlar… tarzı soru ve düşünceler birbirini kovalar.
Bir de şu bahsi geçen (benim çok da hissetmediğim) kadınların doğum içgüdüsü, ihtiyacı. Belirli bir yaşa gelince saat alarmı gibi “çocuk zamanı… çocuk zamanı” diye öten bir guguk kuşundan bahsedilir…
Bunların hepsinden farklı olarak, gençlik yıllarından beri çocukları çok seven kişiler vardır. Başkalarının çocuğuyla vakit geçirmekten hoşlanır, büyüklerdense çocuklar daha zevk verir onlara. Bazıları çocuk sahibi olabilmek için evleneceklerini bile söylerler. Bu kişilerin bir, iki değil, daha fazla çocuk yapmayı hak ettiklerini düşünüyorum, bu kadar hayatlarının mutluluk merkezi çocuksa eğer.
Ben burada “Neden çocuk sahibi oluruz?” sorusuna karşı aklıma gelen mantıklı cevaplara yer vermek istedim, bana çok ilginç bir konu geldiği için. Eminim konusunda uzman psikolog ve sosyologların çok daha fazla teorik açıklamaları vardır ama ben biraz daha pratikte ne oluyor da harekete geçiyoruzu merak ettim aslında.
Doğum bence muhteşem bir şey, gerçekten iki insanın aşkından (öyle olduğunu varsayıyorum…) başlayıp, bu aşk sayesinde bir kadının vücudunda bir başka insanın oluşması, büyümesi ve dünyaya gelmesi, bundan sonra da hayatınızın vazgeçilmez bir parçası olması ve o minicik bebeğe duyulan tarifsiz hislerin oluşması inanılmaz, yaşanmadan boyutu tahmin edilemez bir duygu silsilesi.
Benim merakım işin daha da önceki aşamasında, karara giden yolda. Kararı alış nedenlerimiz, içimizden geçenler, aklımızdakiler, düşünceler. Ne dersiniz bu yazıyı bir fikir alışverişi noktasında sonlandırsam, devamını siz getirseniz? Sadece hislerin, düşüncelerin uçuşması için, nokta koymasam bu seferlik? Beyleri işin içine katsam, hani bayanların hormonal durumları falan desek de, beyler neden ve nasıl bu karara varabiliyorlar? Akıntıya mı kapılıyorlar yoksa onlarda da bir guguk kuşu kararın oluşmasını sağlıyor?
Hadi sıra sizde… Nokta koymuyorum
Category: Genel, Günlük Hayat
Valla bu babalar bir harika. Biz anneler pek eminiz kendi annelik vasıflarımızdan ama bence yakında babalar okuma becerimizi elimizden alıp kaçacaklar – biz daha ne olduğunu anlamadan…
İkinci “Babalar okuyor!” aktivitemiz gerçekleşti. Hem de bu seferki baba Tarsus Amerikan mezunlarımızdan Berkmandı. Benden dönem olarak ufak olduğu için ve samimiyetimize istinaden, olayın gelişimini sansürsüz anlatabilirim burada. Bizim okulda abla/abi kardeş ilişkisi pek bir hiyerarşikti – her zaman büyüklerin dediği olurdu!
Efendim, sevgili eşi Yasemin’in de desteği ile, Berkman gönüllü baba aradığımızı duyunca kendini attı ortaya: “Ben okumak istiyorum, ben okumak istiyorum…” taleplerine dayanamayınca “Peki, peki gel de oku” dedik kendisine hevesini alsın diye…
????
Mümkün değil tabii. Berkman sağolsun ben açıkta kalmayayım diye öne attı kendini ama şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, inanılmaz keyif aldığını kendi gözlerimle gördüm.
Bir kere o günün sabahı soluğu Sihirli Sayfalar’da alıp kitaplarını önceden seçmiş. Sonra nasıl okuması gerektiği konusunda güvendiklerine sormuş, bilgi almış. Gerekli efektleri çalışmış. Elinde nefis bir fotoğraf makinası benden önce Sihirli Sayfalar’daydı. Ön çekimleri yaptı, sonra sanat aktivitesinde de sürekli resim çekti.
Bu Pazar kalabalıktık. Eh, Berkman’ı dinlemek üzere eş dost kim varsa gelmiş 🙂 Çocuklar Berkman’ı dinlerken çıt çıkartmadılar, o kadar iyi bir okuyucuydu yani kendisi.
Okumanın ardından, Ayşe’nin planladığı harika sanat çalışmasına yönlendi bızdıklar. Bu sefer bardaklardan balina yaptılar.
Nefis oldu nefis.
Ayşe hafiften babaları da masaya oturtmaya çalışıyor ama onlar daha ziyade arkadan izleyici, fotoğrafçı rolünde olmak ya da tamamiyle özgürce etrafta dolaşmak istiyorlar – arada bir gelip gerekli kontrolleri yaparak tabii 🙂
İleride babalar ve çocuklar yan yana bir çalışma yapacaklar bence. O zaman görüntü hayallerdeki gibi olacak…
Ama ben şu ankinden de çok mutluyum.
Düşünün : bir baba yeşil koltuğa oturmuş, minikler heyecanla onu dinliyor, anneler ellerinde kahveleri kitaplara bakıyor ya da dışarıda sohbet ediyor…
Çok keyifli, çok…
Ben fırsattan istifade gördüğüm babaya yapışıyorum “Ne zaman siz de kitap okuyacaksınız?” diye. Neyseki beni kırmıyorlar da ben de bu hafta ve sonraki için kimlerin okuyacağını biliyorum hiç değilse…
Bu hafta yine Pazar günü saat 13:00’te Bebek Sihirli Sayfalar’dayız, tercihen arabasız geliniz, Bebek inanılmaz kalabalık, arabayı bırakın, kendiniz için yürüyecek yer bulamıyorsunuz…
Bol kitaplı günlere 🙂
Sözlükte “duygu” kelimesine baktığınızda karşınıza çıkan anlamlardan biri “kendine özgü bir ruhsal hareket ve hareketlilik” olarak görünüyor. Yani aslında bir kişiyi diğerlerinden farklı kılan özelliklerden biri de karşılaştığı olaylar ile ilgili hisleri, hatta olayları algılayış biçimi, yaşama bakış açısı. Peki bu farklılıkları kişiler özgürce dile getirebiliyorlar mı? (more…)
Category: Genel, Günlük Hayat
Bugünkü Hürriyet Gazetesi eki Kelebek’te Ömür Gedik‘in “Köpek Kokusu” başlıklı bir yazısı var. O kadar güzel yazılmış ki, benim gibi hayvansever bir insanın yüzünde hemen bir gülümseme belirmesini sağlıyor. (more…)
Category: Genel, Günlük Hayat
Eskiden de böyle yaparlar mıydı bilmiyorum ama bizim jenerasyonda gördüğüm, bebekler daha anne karnındayken bir ön isim veriliyor. Biraz garip isimler olabiliyor bunlar. Mesela şekerpare, şeftalim falan tarzı yenebilecek şeyler ya da daha isme yakın olanlar. Örneğin bir arkadaşım can can diyordu. Sonra oğlu doğunca da adını Can koydular.
Bu bir ihtiyaç galiba. Çünkü insanın karnında bile olsa, biz geveze anneler ve bizden geri kalmamaya çalışan zavallı babalar bebeklerimizle daha bir fetus iken konuşmaya başlıyoruz.
Hani bir insana nasıl hitap etmeniz gerektiğini bilemediğinizde (genelde eşinizin aile bireyleriyle böyle bir sıkıntı yaşanır, özellikle evliliğin ilk başında) ya da ismini unuttuğunuz bir kişiyle karşılaştığınızda hitapsız konuşmaya çalışırız ya:
“Nasılsınız?”
“Size geçen gün söylediğim gibi…”
“Aaa merhaba!”, vs. vs.
Ne kadar zor birşey gerçekten. İşte aynen bu sebepten bebeklerimize de bir isim takma ihtiyacı duyuyoruz, en azından cinsiyetini öğrenene kadar. Düzgün hitap edemezsek kırılırlar Allah korusun 🙂
Biz de Maya’ya “Bubble” ismini takmıştık. Hangimiz ilk bu ismi buldu hatırlamıyorum, neden İngilizce olduğunu da bilmiyorum ama Maya doğana kadarki ismi “Bubble” idi.
Geçenlerde çekilen bir resim aklıma bu ismi getirdi. İçim ısındı yine.
Karnımda yavaş yavaş büyürken, kendimce cır cır onunla konuşurken ve muhteşem karga sesimle ona banyoda (hani banyoda insan sesini daha güzel sanıyor ya) şarkı söylerken hep bu ismi kullanırdım.
Hayalimdeki bebek bu ismi sever ve kendi de zaten bir anlamda bir baloncuğun içinde olduğundan bu isim ona ve duruma çok uyardı. Bu şekilde kendime minik bebeğimizin son dereceli korumalı bir ortamda olduğunu, daha şimdiden, annesi olarak onu tüm tehlikelerden koruduğumu hatırlatırdım.
Abur cubur yemez, içki içmez, hamile yogasıyla ve harika müziklerle kendimi ve onu huzura erdirirdim – hmmm biraz sıkıcıymış hayat aslına bakarsanız…
Ve geri planda aynı mırıltılar devam ederdi : Bubble, Bubble, Bubble, lay lay lommmm.
Üstelik baloncukları da çok severim. Bana hep mutluluğun, keyifli anların sembolü gibi gelir. (Havaya üflenen baloncuklar, şampanya kadehindeki baloncuklar, banyodaki baloncuklar,…)
Mayacık dünyaya geldiğinde (o kadar rahattı ki hiç çıkmak istemedi zaten) sanki bu bubble da pıt diye patladı. İşte gerçek hayat ve gözyaşları! Adeta miniğim baloncuğundan çıkıp dış dünyaya gelişinden dolayı pek de mutlu değildi. 32 saatlik doğum mücadelemin sonunda onu kucağıma aldığımda aklımdan ilk geçen tabii ki “OH, NİHAYET! HİÇ ÇIKMAYACAK SANDIM!” dan sonra, “Hoşgeldin ‘Bubbleım’, artık sen Mayasın ve ben seni hep koruyacağım, sen merak etme” oldu.
O gün bugün de kızıcığıma zarar vermek isteyen diğer miniklere bile dişlerimi gösterir oldum. Ben nasıl bir insan oldum böyle diye düşünmeden duramıyorum. Hem kendi sorunlarını kendi çözsün, bağımsız olsun diye uğraşırken hem de inanılmaz bir annelik içgüdüsüyle saniyede yanında bitiveriyorum.
Nasıl birşeydir bu böyle?
Yine okuduğum kitaplardan birinde çok doğru bir yaklaşım vardı. Bizlerin nihai hedefinin çocuklarımızı BİZLERDEN BAĞIMSIZ, KENDİ AYAKLARININ ÜZERİNDE DURABİLEN bireyler olarak yetiştirmemiz olduğu belirtiliyordu (ya da öyle olmasının doğru olacağı…) Bunu başarabilmek için bazı aşamalarda çocuğumuzu serbest bırakıp, birkaç adım geriye gitmeyi de bilmemiz gerekiyor tabii. Onlar kendi mücadelelerini kendileri yapmalılar, bizlerin her an onlara destek vermeye hazır olduğumuzu içlerinde hissederek. İşin en zor tarafı bu herhalde. Bu dengeyi sağlamak, gerektiğinde acı çektiğini görsek de çözümünü kendisinin bulması için zaman tanımak, fırsat vermek…
3.5 yaşında bunu çok minik dozlarda yaşıyor kızıcığım. Evet minik “Bubble” bulunduğu baloncuktan çıktı ama bence hayatı resimde etrafını saran baloncuklar kadar renkli, keyifli ve mutluluklarla dolu olacak 🙂 (En azından inanmak istediğim bu – hepimizin bebekleri için…)
Bubble, Bubble, Bubble, lay lay lommmmmmmmmmmmmmmmmmm
Category: Çocuklu Olmak, Genel