Tag: zaman yönetimi

Nedir Bu Aciliyet?

Günler akıp gidiyor…

İşte sonbahar, işte ilkbahar…

Bir telaş, bir koşuşturma…

Bugün çok sevdiğim bir arkadaşımla telefonda konuşurken ikimizin de aynı konuda dertli olduğunu farkettik. Koşuşturma içindeyiz ama ne yapıyorsun diye sorduğumuzda birbirimize, ikimizden de çok da elle tutulur birşey çıkmıyor.

Müthiş şirket işleri yapmıyoruz ikimizde. Eh, dünyayı da kurtarmıyoruz…

Yani aslında baktığınızda sade yaşamlar, fakat öte yandan dolu dolu yaşanan günler.

Sonra kendi kendime “Neden şaşırıyorsun ki?” dedim. Sevgili eşim, birlikte en çok vakit geçirebildiğimiz haftasonlarımızda, benim yaptığım planlar ve o bir türlü rahatlayamama halimden zaman zaman daralıp, kibarca bana “lütfen rahatla da ben de bir nefes alayım” cümlesi yerine bir şiirden alıntı yapar çoğu zaman… Pek şairane değil mi?

When you run so fast to get somewhere
You miss half the fun of getting there.

Life is not a race.
Do take it slower
Hear the music
Before the song is over.

Tercüme etmek istesem şiirin akışını bozacağım ama özetle belirtilen:

Bir yere yetişmek için koştuğumuzda
Oraya ulaşım sürecindeki eğlenceyi, keyfi kaçırdığımız

Yaşamın bir yarış olmadığı
Adımların daha yavaş atılması gerektiği
Böylelikle şarkı son bulmadan müziği duyabileceğimiz

Ben hep böyleydim. Sadece şimdi değil, sadece çocuktan sonra değil.

Her zaman bir yerlere koşturma içindeyim, aklımda kırk tane de başka yapmam gereken “iş” var. Bunların aslında çoğu keyifli şeyler fakat ben o kadar her şeyi eksiksiz ve hızlı (ya da kendi koyduğum süre içerisinde) yapma derdindeyim ki, onları “yapılacaklar listeme” ekleyerek birer “iş” kategorisine sokmuş oluyorum.

Şu an bu satırları yazarken bile aramam gereken birkaç kişi ve yapılması gereken bir iki iş aklımdan geçiyor.

Ve bu düşünce silsilesi hiç durmuyor, nefes almıyor, beni rahat bırakmıyor. Bir yandan iyi herhalde insanın yapacak işinin olması. Öte yandan müthiş bir yorgunluk günün sonunda hem kafaca, hem bedenen.

Bir de içimi kemiren, bazen Maya’nın vaktinden de çalıyor bu anlamsız meşguliyet. Yani fiziken yanında olsam da aklım başka bir şeylere takılmış olabiliyor. Ona belli etmesem de aslında ilgim orada değil. Sonra bundan da rahatsız olup silkinmeye çalışıyorum.

En keyifli anlarımdan biri, yaptığım bilmem kaçıncı yapılacaklar listemdeki işlerin her birinin yanına yapıldı işaretini koyduğum an. İşte derin bir nefes ve kocaman bir gülümseme. Bir kahveyi hakettim.

Belki de bir uzmana görünmem lazım beni biraz yavaşlatması için. Ama ben sizlerle paylaşıyorum ya, daha iyi. Yazı her derde deva.

Bir de her yere zamanında yetişme derdim var benim. İçimi kemirir geç kalırsam. İnanılmaz mutsuz oluyorum. Ama burada bütün suçlu bizimkiler. Benim suçum yok. Küçücüklükten böyle gördük, böyle yaptırıldık. Nasıl mı? Çok basit bir örnek size:

Her yaz başı annemler, ben, Nilgün, kuşlarımız, varsa kedimiz falan, Mersin’den arabaya doluşur, İstanbul’a 12-13 saatte giderdik. Anneannem ve dedem kollarını açmış, o kocaman bahçeli evde bizleri beklerlerdi. Tarabya bayırından aşağı inerken, karşımda denizi ve Tarabya Oteli’ni gördüğüm anki heyecanımı size anlatamam. Anneanne-dede evinde geçirilecek yaz tatili en hevesle beklediğimiz dönemdi.

Neyse işte o yolculuğa çıkmadan bir gece önce hummalı bir çalışma olurdu evde. Gayet sistemli bir şekilde sandviçler hazırlanır, sular termoslara konulur falan… Müthiş bir organizasyon ve herkes yardım edecek. Çünkü Mersin – İstanbul hattını 12-13 saatte yapabilmenin yolu az durak. İhtiyaç molaları hariç pek mola verilmeyecek.

Birkaç gün öncesinden babam yolculuk sabahı kalkış saatini bildirirdi. Yola hep çok erken çıkardık, saat 06:00 civarında biz yola çıkmış olurduk. Babam yatmadan bizlere döner “Tekerler saat 06:00’da dönecek, ona göre kendinizi hazırlayın.” derdi.

Gerçekten de biz 05:00 gibi kalkar, hazırlanır, eşyaların arabaya istiflenmesine yardım eder, çişimizi yapar ve asker gibi arabanın yanına dizilirdik, 05:55’te.
06:00’da arabamız yolda olurdu. Kimsenin geç kalma seçeneği yoktu. Ciddi bir bakış yeterliydi bizim için.

Hâlâ babamla bir yerlere gidecek olanlar “araba tekerlerinin kaçta döneceğini” bilir, ona göre kendilerini programlarlar…

Diyorum ya, herşey çocukluğa dayanıyor… Tevekkeli psikologlar şuraya uzanın deyip insanların çocukluğunu deşerler filmlerde… Gerçekte öyle mi bilmiyorum… 

Şimdi bakıyorum da, ben de Maya’yı hızlandırmaya çalışıyorum sürekli, geç kalmayalım diye.

Aman yuvaya geç kalmayalım…

Aman arkadaşına geç kalmayalım…

Müzikale zamanında yetişmek şart, öyle geç içeri girilmez…

Doktora asla geç gidilmez…

Bahsettiğim şeyler 10-15 dakikalık gecikmeler. Bunlar aslında 3-4 yaşında bir çocukla olabilecek bir süre. Yine de beni rahatsız ediyor. Karşımdakine saygısızlık gibi geliyor. Söz konusu minicik bir çocuk da olsa…

Oysa bakıyorum da pek çok kişi, her yere geç gelir oldu. Okul tanıtımının sonuna gelen veli adayları var mesela. Başı sonu belli olan bir organizasyonun sonuna yetişmenin anlamını bilemiyorum.

Ya da arkadaşlar toplanırız, hep en son gelen bir arkadaşımız vardır. Bizim lise gurubumuzda bilirdik mesela kimin en son geleceğini. Kasmazlar kendilerini benim gibi. Rahattırlar… Herkes de bir süre söylendikten sonra onları öyle kabul eder: işte size huzur anı.

Keşke ben de biraz rahatlayabilsem. Mümkün değil. Benim de geciktiğim zamanlar tabii ki oluyor ama karşınızda gördüğünüz alı al moru mor olmuş, suçluluk hissiyle kıvranan bir Defne.
 
Bazen de bir güne sığdırmaya çalıştıklarım mantık sınırlarını zorluyor. Mersin’de yaşasam belki olur ama İstanbul’da bir yerden başka yere gitmek bir mesele iken, benim de biraz daha esnek olmayı öğrenmem lazım sanırım.

Zavallı Mengücüm bana bu şiiri daha uzun seneler söyleyecek sanırım. O zaman bari sizinle tamamını paylaşayım da, siz de belki uygun gördüğünüz bölümlerden alıntı yapıp, ilgili kişilere iletirsiniz :

Have you ever watched kids
On a merry-go-round?
Or listened to the rain
Slapping on the ground?
Ever followed a butterfly’s erratic flight?
Or gazed at the sun into the fading night?
You better slow down.
Don’t dance so fast.
Time is short.
The music won’t last.

Do you run through each day
On the fly?
When you ask “How are you?”
Do you hear the reply?
When the day is done
Do you lie in your bed
With the next hundred chores
Running through your head?
You’d better slow down
Don’t dance so fast.
Time is short.
The music won’t last.

Ever told your child,
We’ll do it tomorrow?
And in your haste,
Not see his sorrow?
Ever lost touch,
Let a good friendship die
Cause you never had time
To call and say “Hi”?
You’d better slow down.
Don’t dance so fast.
Time is short.
The music won’t last.

When you run so fast to get somewhere
You miss half the fun of getting there.
When you worry and hurry through your day,
It is like an unopened gift….
Thrown away.
Life is not a race.
Do take it slower
Hear the music
Before the song is over
.

Bugün Aslında Yarın Mı?

“Bugün yarın mı?”

Maya’nın ara ara sorduğu bir soru bu. Aslında onun anlamaya çalıştığı zaman.

“Anneanne gelecek Mayacım, ne güzel değil mi?”

“Ne zaman?”

“Yarın canım. Yani akşam uyuyup uyanıcaz sonra gelecek.”

Ertesi sabah, Maya tekrar sorar :

“Anne bugün yarın mı?”

İlk başlarda “Nasıl yani, bugün bugün işte, ne yarını???” diye düşünürken sonraları anlamaya başladım sorunun ne demek olduğunu.

Hani Maya’nın Günlüğü – Güzel Bir Gün kitabındaki anne gibi bende kızımın zeka düzeyime hiç ama hiç yakıştıramadığı bir yaklaşım içindeydim bu soruyu ilk duyduğumda.

Sonra sonra Maya’nın günleri takip etmeye çalıştığını anladım da rahata erdik. İletişim sorunumuz ortadan kalktı. (En azından bu konuda…)

Yalnız tabii ben her konudan başka bir şeyler çıkartmaya meraklı bir insan olarak, burada vurgulamak istediğim, gün takibinden de öte “bugünün” gerçekten “yarın” olduğu…

Günler ne kadar hızlı geçiyor, zaman akıp gidiyor, bugünün tadını çıkartmak gerek tarzı yaklaşımlar gerçekten doğru. Fakat tüm bunların ötesinde bugün aslında GERÇEKTEN yarın.

Yani bir durun ve düşünün: her günümüz ileriye dönük planlar yapmak ya da en azından yapmaya çalışmakla geçiyor. Öyle bir koşturma içindeyiz ki. Buna bir de minik bebeğimizin sorumlulukları girince bazen hayat bir “yapılacaklar listesi” şeklini alıyor ve maalesef pek çok güzelliği fark edemeden, listemizde yer alan bir sonraki “işimize” yöneliyoruz.

Bundan dört sene önce, çok severek çalıştığım işyerinden kızıma kaliteli zaman ayırabilmek adına ayrılma kararı verirken, elimde çok daha fazla zaman olacağını düşünmüştüm. Yaklaşık 12 senelik iş hayatımda yaptığım işler hep çok yoğun oldu ve hep özveri gerektirdi. Ama bir o kadar da renkli ve hareketli oldu. O zamanlar evde kalmayı tercih eden annelerin neden hiçbir şeye yetişememelerine anlam veremez ve hatta azıcık da onları beceriksiz bulurdum. “Ellerinde bu kadar zaman var. Minicik bir bebek ya da bir çocuk ne kadar vakitlerini alır ki…” diye düşünürdüm.

Fakat insan biraz da kendi kaşınıyor sanırım. Maya biraz ortaya çıktıktan sonra ufak ufak zamanı kendim yönetebileceğim işlere yönelmeye başladım. Önce kızımdan artan zamanda yapacağım dediğim iş, daha sonra bayağı vaktimi almaya başladı. Yarım iş yapmayı sevmeyen, rahatsız bir tip olduğum için (hep annemle babamın suçu!) birden bire kendimi bayağı yoğun bir tempoda buldum. Yine de sabah 9 akşam 6 (ya da daha fazla) çalışan çocuklu arkadaşlarıma göre daha özgür sayılırdım.

Ancak minik Mayacığımın günleri böylesine takibe alması benim birden duraksamama neden oldu. Çünkü gerçekten bazen onunla geçirdiğimiz zamanın büyük bölümünü işimle, evimle, ailemle yada arkadaşlarımla ilgili yapmam gerekenleri düşünmekle geçirdiğimi fark ettim. O zaman bu kadar çok sevdiğim işi dört sene önce neden bırakmıştım?

Buradan sakın kimse annelerin, özellikle de çocuktan önce çalışan annelerin atıl birer birey olarak kalmaları gerektiğini savunduğum sonucuna varmasın. Ancak kendimizi “yapılacaklar listesi”ne kaptırmadan, bir daha elde edemeyeceğimiz bu anların tadını çıkartmayı öncelikli olarak ele alsak hayat çok daha güzel olacak bence. Ben yapabiliyor muyum? De-ni-yo-rum!

Bu dönemin annelerinin en büyük açmazı birden fazla rolleri olmaları, hatta çok fazla. Ama bu da başka bir yazının konusu.

Geçenlerde Maya’nın okulundan gelen bir yazıyı sizinle paylaşarak, artık noktayı koyuyorum 🙂

Çocuğumuza,
Sürekli meşguldüm o kadar sene
Seninle doyasıya oynayamadım.
Sen beni çağırdın gel oyna diye,
Ben bir türlü zaman ayıramadım.

Giydirdim, doyurdum, seni kolladım,
Sadece bunları yeterli sandım,
Bana oyuncağını getirdiğinde,
Ben seni çoğu kez, başımdan savdım.

Yatağa yatırır seni okşardım,
Sen uyur uyumaz hemen çıkardım.
Şimdi o günleri çok özlüyorum,
Keşke bir dakika fazla kalsaydım.

Hayat ne kadar kısa, yıllar ne çabuk,
Ne zaman büyüdü bu küçük çocuk,
Ona dokunmak için uzandığımda,
Ellerim boş kalır yüreğim buruk.

Artık ne resimler, ne de oyunlar
Ne “İyi geceler”, ne sarılmalar,
Hepsi çok geride, ulaşmak zor,
Yaşanmadı sanki o güzel yıllar.

Artık hiç işim yok, yapayalnızım.
Günlerim çok uzun üstelik bomboş
Keşke istediklerini bir bir yapsaydım
Küçük arzuların şimdi çok şirin, çok hoş.

Alice Chase