Bir süre önce “0 km.Haberler” başlıklı yazımda ufacık bir not olarak iki çılgın annenin kısa bir kaçamak yapacağından bahsetmiş, dönüşte komik anekdotlar aktaracağıma da söz vermiştim.
Eh, sırasıdır o zaman diyorum…
Öncelikle belirtmeliyim ki bir Yay burcu olarak, benim bir şehirde aralıksız yaşamam çok mümkün değil. Evimi çok seven bir insan olmama rağmen, arada farklı ortamlarda bulunmaya, şehir ve hatta ülke değiştirmeye, o güne kadar denemediğim bir şeyi denemeye, kısaca “nefes almaya” (Bkz.“Nefes Alabilmek“ başlıklı yazıma) şiddetle ihtiyacım oluyor.
Bu ihtiyaç birikim sonucu oluşuyor. Yoksa ilk hissettiğim an harekete geçemeyebiliyorum. Fakat öyle bir nokta geliyor ki, minicik bir “teşvikle” kendimi yollarda buluveriyorum. (Yoğun iş dönemimde, çalıştığım şirkette bana tatlı tatlı takılırlardı, “Defne asla bir senenin iznini diğerine bırakmaz. Hepsini kullanır. Hatta bir sonraki seneden ödünç alır!” diye.
Çok da haksız sayılmazlardı bu yorumlarında. Benim en keyif aldığım şey seyahat etmek. Keşfetmediğim şehirlere, ülkelere gitmek, olamıyorsa daha önce görüp ısındığım yerlere tekrar ve tekrar gitmek. Maksat uçağa binmek, buralardan uzaklaşmak.)
İşte bu teşvik sevgili arkadaşım Selin’den geldi bir süre önce.
Biz iki anne çocuklarımıza ba-yı-lı-yo-ruz. Hatta o benim iki mislim bayılıyor çünkü ikizleri var. Kendi konularımızda çalışıyor, başarılı işlere imza atmaya uğraşıyoruz. Hatta o benden daha da çok çalışıyor, her gün sabahtan akşama ofisine gidiyor, müşterilerine yetişiyor, koş koş koş,… Evlerimizin işleri, şu, bu derken günlerin nasıl akıp gittiğine ve bu akış esnasında “keşke”lerimizin giderek artmasına ise şaşıyor ve bundan dolayı rahatsız oluyoruz.
Bir akşam yapılan içten bir konuşma, bol hayal kurma, biraz “keşke” sonrasında bir yerlere gitme kararı çıktı. Anlayacağınız son derece verimli bir gece olduğunu söyleyebiliriz 🙂
İki tane planlı kadın biraraya gelince kafada uçuşan fikirler tek tek gerçekleşmeye başlıyor. Bir süre önce elimizde pasaportlarımızla kendimizi havaalanında bulduğumuzda, hâlâ birbirimize şaşkın gözlerle bakıyor, sırıtmaktan ağzımızı kapatamıyorduk!
Önümüze gelen herkesle yaptığımız tatlı sohbetler, check-in masasında çalışan havayolu yetkilisinin Hindistan seyahatinin neredeyse tüm detaylarını almamızı bile sağladı.
“İtalya’ya gideceğinize Hindistan’a gitseydiniz keşke” dedi genç adam.
Karşısında sırıtan iki tip, “Yaa demek siz Hindistan’a gittiniz… Ne güzel. Nasıldı? Bizim çok uzun vaktimiz yok. Çocuklarımızı ve eşlerimizi geride bıraktık, birkaç günlüğüne kaçtık…”
Nedense bu açıklamayı herkese yapma ihtiyacı duyuyoruz: “Çocuklarımızı ve eşlerimizi bıraktık. Birkaç günlüğüne kaçtık!” Sanki başka kimsenin yapamayacağı bir şey yapmışız, sanki bunu düşünen ilk kişiler biziz, sanki aya gidiyoruz,…
Öyle bir hava, öyle bir heyecan,…
(Çocuklu hayat çok faydalı aslında, insanın eskiden düşünmeden yaptıklarının farkına varmasını, daha da bir tadını çıkarmasını sağlıyor:))
Efendim, ilk hedef Milano. Orada kalmayacağız, trenle hemen Floransa’ya gideceğiz. Biletler önceden alınmış zaten, internet sağolsun.
Floransa tren istasyonundan otelimiz yürüme mesafesinde. Herkese tavsiye ederim: Hotel Roma
Şirin, merkezi, hesaplı bir otel.
İki kıkırdak hatun odamıza yerleşiyoruz. Hemen eşyalar yerleştiriliyor ve elimizde sevgili Ulaş’ın restoran listesi, otel resepsiyonistinin de yönlendirmesiyle seçimimizi yapıyoruz.
Selin Floransa’yı iyi biliyor. Benimse kaç zamandır gelmek istediğim ancak gelemediğim bir şehir. Rehberim çok özel biri anlayacağınız. Bana hemen kısa bir tanıtım turu yaptırıyor. Gerçekten sokaklarda dolaşırken bile sanat şehrinde olduğunuzu hissediyorsunuz.
Müzelerde değil sadece sanat, yolda, köprülerde, binalarda,… Açık hava müzesi gibi bir şehir.
Akşam harika bir yemek, şarabımız, tatlımız, kahvemiz. Bu tatil rejim yok. Acı gerçekle dönüşte yüzleşmeye kararlıyız.
Bu tatilin en keyifli yanlarından biri istediğimizi, istediğimiz an ve planladığımız ya da bazen de planlamadığımız şekilde ama mücadele vermeden yapabilmek oldu sanırım. Bızdıklar olunca da tatil keyifli fakat dinlendirici olmadığı kesin. Bir yere yetişilecekse bol bol “haydi” kelimesi çıkıyor ağızdan haliyle.
İşte bu nedenle ertesi gün saat 11:30’da başlayacak ve zaman zaman karnıma ağrıların saplanmasına neden olan “vintage” arabalı turumuzun başlangıç noktası olan garaja vaktinden yaklaşık yarım saat önce varıyoruz.
Turun iki organizatörü Andrea ve Sheila bizi hayretle karşılıyorlar. “İsterseniz biraz dolaşıp gelin, bizim arabaları yerleştirmemiz lazım.”diyorlar. Kısaca ayaklarının altında dolaşmamızı istemiyorlar. Ama umurumuzda değil. “Küçücüğüz bizi görmezsiniz bile…”demek istiyoruz, fakat bunun gerçek olmadığını bildiğimizden, sadece bir yerlere sıkışmaya çalışıyoruz onların yapacağı manevralara engel olmamak adına.
Bu turu da Ulaşcığım önerdi. Bugüne kadar yaşadığım en değişik tecrübelerden biriydi ve bu öneri gelmese kendim akıl edemezdim.
“500 Touring Club” 40-50 senelik Fiat 500’lerle Floransa civarına tur düzenliyor. Bu turu diğerlerinden ayıran en önemli özellik bu eski ve müthiş sempatik arabaları kendinizin kullanması gerektiği.
Fakat bu arabaları kullanabilmek için ciddi şekilde düz vitese hakim olmanız ilk şart. “Uykunuzda bile kullanıp, paralel park edebiliyor olmanız gerekiyor.” diyor şirket. İş bununla da bitmiyor. Yola çıkmadan önce ciddi şekilde ders alıyorsunuz. Bu arabaların kapılarını kapatmak bile sistem gerektiriyor: Hafifçe yukarı kaldırın, sakın parmağınızla bastırmayın kaportayı ezersiniz, avuç içinizle şu gösterilen yerden sertçe itin.
Arabaların üzeri açılıyor ancak manuel olarak, akordeon gibi kıvrılıyorlar. “Oldu da yoldayken yağmur yağarsa sakın kapatmaya çalışmayın. Uygun bir yerde, güvenli bir şekilde durduktan sonra Andrea ve ben deli gibi bir arabadan diğerine koşup tepenizi kapatacağız! Biraz ıslanabilirsiniz…”diyor Sheila.
Arabaların kemerleri koltuk altında kalabiliyor. Koltuğunuza oturmadan kemeri çıkarıp yerleştirmeniz gerekiyor ki, tekrar kapıyı açıp dışarı çıkmak zorunda kalmayın.
Yan ayna kimi arabada tek, kimisinde çift. Ama hiçbirinde ayarlanamıyor. Gördüğünüz kadarı ile yetineceksiniz.
Arabaları kullanmaya gelince işte işin en stresli ama harika tarafı bu olsa gerek, “double clutch” dedikleri bir sistemi öğrenmemiz gerekiyor. (Bu arada arabayı sadece bir kişi kullanabiliyor, şoför değişikliği yapamıyorsunuz. Zaten kullanan öğrenene kadar arabanın canı çıkacak, ikinci acemiyi kaldıramayacak zavallım.)
Eskiden arabalarda jikle denilen bir şey vardı. Çekerdiniz (ya da kaldırırdınız) ve motorun ısınmasını sağlardı. İşte bu arabalarda da jikle ve hemen jikle yanında arabayı çalıştıran çubuk bulunuyor. Onu kaldırmadan araba çalışmıyor. Sonra da kademeli olarak indirmeniz gerekiyor ki stop etmesin. Jikleyi ise ancak biraz daha vakit geçtikten sonra indirebiliyorsunuz.
Vites değiştirmek de kolay değil. Diyelim ki ikinci vitesten üçe geçeceksiniz. İkideyken debriyaja basıp, vitesi boşa aldıktan sonra, araba boştayken arabaya gaz veriyorsunuz. Sonra tekrar debriyaja basıp üçüncü vitese geçiriyorsunuz. Vites küçültmede de benzer bir uygulama var, fakat bu sefer sonuna kadar gaza basmak gerekiyor. Aksi taktirde araba duruyor!!!
Bize bol bol korna çalın çünkü çok küçüksünüz, diğer araçlar sizi görmeyebilir demişlerdi. Biz zaten İstanbul’dan alışık olduğumuz için tereddüt etmeden bastık kornamıza bap bap baaaap gittik yollarda.
Her arabanın bir ismi, yaşı, karakateri var. Bizimkinin ismi Roberto. Roberto 41 yaşında. İlk başlarda biraz sert davransa da, zamanla uysallaşıyormuş. Gerçekten de doğru, bunu bizzat yaşadım!
Peş peşe giden altı şirin araç herkesin ilgi odağı oluyor. Bizleri kolay farketmiyorlar ama farkedince de gözlerini alamıyorlar. Resim çekenler, filme alanlar, alkışlayanlar, parmaklarıyla gösterenler. Bizim ekip de tepedeki açık tavanlarından yarı bellerine kadar dışarı çıkıp el sallıyorlar… Son derece komik bir görüntü içerisindeyiz anlayacağınız.
Hedef Chianti bölgesindeki üzüm bağları ve zeytinlikler. Çok güzel bir bahçeye geliyoruz. Hepimiz yan yana park ediyoruz. “Anahtarlar arabaların üzerinde kalabilir. Nasılsa kimse kullanmayı beceremez!” diyor Sheila.
Ve turumuzun belki de en özel anlarından biri olan şarap mahzeni, zeytinlik ziyareti ve sonunda tadım anı. Dünyanın farklı köşelerinden gelmiş pek çok kişiden oluşan grubumuzla ilk sohbet anımız masanın etrafında. Amerika’dan gelmiş bir aile, İngiliz yeni evlenmiş bir çift, yine yeni evlenmiş Puerto Rico’lu bir çift,… Herkes bir şey kutluyor. Bize dönüyor gözler. Ya siz? Gülüyoruz, “Biz de ilk kızkıza tatilimizi kutluyoruz!” diyor Selin. Herkes kahkahaları patlatıyor! Şerefeeeee!!!
“Harika eşlerimiz ve çocuklarımız var, bizim kaçmamız izin verdiler.” diye de ekliyoruz hemen yanlış anlaşma olmasın, kimsenin hakkını yemeyelim 🙂
İçkili araba kullanamayacağımız için şoför koltuğunda oturanlar şarapları tatmakla kalıyor, arabayı paylaşanların böyle bir derdi yok, keyiflerine bakıyorlar 🙂
Yaklaşık 3.5 saat süren bu harika turun sonunda arabalarımızı garaja kazasız belasız getiriyoruz. Onları uygun şekilde garaja sokmak ise Sheila ve Andrea’ya kalıyor.
Seyahatimizin devamı, yemek, içmek, sanat, gece yarısı sergi ziyaretleri üzerine kurulu. Detaylara girersem bu yazı kitap olacak. Bu nedenle artık kapanışa geçeyim diyorum.
Tüm bu yaşananları kafa bir arkadaşla hepiniz yapabilirsiniz. Eşlerinize de aynı esnekliği tanımak şartıyla tabii… Kısa kaçamaklar, derin nefesler, gerek bızdığınızla, gerekse eşinizle olan ilişkiyi destekliyor, tazeliyor. Mutlaka her yere hep birlikte gitmek gerekmiyor. Kendinizi iyi hissettiğiniz noktada karşınızdakine katkınız tahmininizden ve onların beklediğinden çok daha fazla olabiliyor.
İşte sırf bu sebepten nefes almaya ihtiyaç oluyor. Bu ihtiyacı gözardı etmemek sizin elinizde…
O zaman bol keyifli, minik kaçamaklara…
Category: Genel, Günlük Hayat
4 Comments