Anne Benimle Oyun Oyna!

Anne Benimle Oyun Oyna

Ara ara eşimle konuşuruz, “Ne güzel, kızımızın hayatı oyun…” diye. Uyandığı andan itibaren oyun yaratan, oyununa uymamız için direten bir minik var evde. Bizler daha gözlerimizi zor açıp, uyanabilmek için kahve yapmaya çabalarken, onun bu kadar (hem de kahvesiz :)) rahatlıkla güne başlayabilmesi herhalde “çocuk” olmasından kaynaklanıyor.

İşin ilginç yanı bu “çocuk olma” konusu hep hafif bir aşağılama ya da beğenmeme şeklinde telaffuz edilir toplumumuzda. “Çocuk olma!” ya da “Ay çocuk gibisin…” gibi cümleleri karşımızdakinin tavrını beğenmediğimizde kullanmaz mıyız?

Halbuki en güzel şey değil mi çocuk olabilmek? Çocuklaşabilmek demek hayat ile ‘ilgili’ olmak demek aslında. Keşfetmek, sürekli keşfetmeye devam etmek, aramak, olumsuz cevapları kabul etmeyip çözmeye, istediğine ulaşmaya çalışmak, çabucak yeniliklere adapte olmak, bir şey olmadığında başka şeye yönlenebilme esnekliğini göstermek

Oyun

Tüm bu vasıfları saydığımızda aslında keşke hepimizin hiç değilse bir tarafı çocuk kalsa diye içimden geçirmiyor değilim.

Öte yandan çocukluğunu yaşamak isteyen bızdıkları hep frenlemeye çalışıyoruz. Ya vaktimiz yok, ya işimize yetişmemiz gerek, ya o anda yapılacak çok daha önemli bir iş var, ya da sorumluluk aşılama noktasındayız, oyuna vakit yok. Özellikle haftaiçi kendimi bu noktada bulduğum oluyor. Okuldan geliniyor, sadece birkaç saat boşluk var. Bazen o boşluklar bazı aktivitelerle doldurulmuş oluyor. Bu durumda eve geldiğimiz andan itibaren belirli bir düzeni takip etmezsek, kızım ertesi güne yorgun başlayacak endişesi ile beni bir telaş alıyor.

Ona karar vermesinde yardımcı olmaya çalışırken, aslında kendi istediğimi sunuyorum zaman zaman. Önce banyo mu, yemek mi? Yapılan seçime göre banyo ya da yemek, azıcık Handy Manny ve geldi yatak zamanı. Zaten hazırlanmak zaman alıyor, dişler fırçalanacak, kitaplar seçilecek, oda hazırlanacak, vs. vs. Her şey çok düzgün giderse işte ancak 20:30 gibi yatağa kavuşmuş oluyoruz. Saat 22:00’de hâlâ uyumamış beş yaşında bir bızdığın ertesi sabah yorgun kalkacağı net. Bu nedenle çabam makul mantıklı bir saatte uyuması.

Tüm bunlara ek olarak bir de çeşitli korkular çocuğumuzun rahat oynamasına engel oluyor aslında. Mesela bir yerlere tırmanmasından müthiş korku duyabiliyoruz, düşerse ne olacak korkusu. Ya da parklara çok da rahat götüremiyoruz, en azından seçmeye çalışıyoruz en güvenli ve temiz olanını. Kalabalık bir park ortamındaysa gözümüzün önünden ayırmama çabası var çeşitli korkulardan ötürü.

Eskiden apartman önlerinde bulduğumuz her alanda oyunlar yaratan bizler, çocuklarımıza bu özgürlüğü verirken haklı tereddütler içerisindeyiz.

Yanki Yazgan

Gerek bizim korku ve endişelerimiz, gerekse teknolojinin hızla ilerlemesi, daha çok çocuğun eve kapanmasına neden oluyor. Evlerde toplanıldığında çocuklar enerjilerini atabilmek için ev içinde “azınca”, bu sefer oluşan gürültü bizleri rahatsız ediyor, onlardan daha sakin bir oyun seçmelerini isteyebiliyoruz.

Oysa ki çocukların temel ihtiyacı hareket, koşmak, zıplamak,…

Biz ebeveynler bir yandan çocuğumuzun her anlamda sağlıklı olmasını arzularken, diğer yandan son derece çelişkili bir şekilde en temel ihtiyacı olan oyuna kısıtlamalar getiriyoruz.

Geçenlerde keşfettiğim psikeart isimli dergi oldukça ilginç. Eğer biraz psikolojiye merakınız varsa incelemekte fayda var. Bu sayının konusu “Oyun”.

Dergi yazarlarından Çocuk-Genç ve Aile Psikiyatristi Yankı Yazgan hazırladığı “Nerede çocukluğum?” başlıklı yazıda yurtdışındaki annelerle Türk anneleri karşılaştırmış. İlginç bir sonuç, çocuk yetiştirmedeki bilinç ve çocuk için idealin ne olduğu konusunda Türk anneler daha bilinçli çıkarken, uygulamada sınıfta kalıyor olmaları. Bunun da temel nedeni olarak çeşitli korku halleri görülüyor. Bir bebek doğduğu andan itibaren özellikle annede oluşan “kaygı” hâli tüm kültürlerde geçerli olsa da yoğunluk olarak Türk annelerde daha fazla oluyor.

“Türkiye’de ‘dışarı salınan’ çocuk sayısı diğer ülkelerin yarısı kadar”

diyor Yazgan. İlginç bir ikileme de dikkat çekmiş:

“Ülkemiz annelerinin çocuklarının ev dışındaki yaşayarak öğrenme olanaklarından kazanmalarını en çok bekledikleri şeyin ne olduğunu hatırlayalım: kendine güven (yüzde 59; aynı beklenti oranı Amerikalılar için yüzde 20). Sosyal anlamdaki gelişim, yardımlaşma, işbirliği ve arkadaşlık gibi beklentiler daha arka planda kalıyor (ülkemizde yüzde 38, Amerikalılarda yüzde 60, Fransa’da yüzde 31 gibi).

Bir yanda geleneksel olarak bağımlılığı körükleyen, özerkleşmeyi, bağımsız birey yolunda yetiştirmekten uzak duran, itaate ve söz dinlemeye önem veren yaklaşım, diğer yanda çocukların özerk, kendine güvenli olmasını, yaşayarak öğrenmesini isterken, bunun aileden uzaklaşmaya yol açacak düzeye varmasından, kopmalardan kaygı duyan yaklaşım.”

Peki çözüm ne?

Annelerin kaygılarını azaltacak yaşayarak öğrenme ortamlarının sağlanması, annelerin kaygılarının gerçekçi olmayan kısımlarının giderilerek annelerin enerjilerini bilgi ile yönlendirmelerine yardımcı olunması gerektiğini vurgulayan Yazgan, en başta kendisi gibi bu alanın uzmanlarına iş düştüğünü belirtmiş.

Son olarak hepimizin gönülden dilediği bir ortamın nasıl oluşabileceğini ise şu cümlelerle özetliyor:

“Çocuklarımızın güvenli, bağımsız ruhlu, yardımlaşmacı olmalarını, başkalarını sevmelerini ve saymalarını, başkaları tarafından sevilip sayılmalarını istemeyen var mı? O zaman, her çocuk yaşayarak öğrenme ve gelişme hakkını kullanabilsin. Her anne, her baba, her yetişkin, ülkedeki her çocuğun bu hakkını kullanması için elbirliği yapsın.

Bizlerin de güvenli, bağımsız ruhlu, yardımlaşmacı, seven ve sayan insanlardan oluşan bir toplumda yaşamaya hakkımız var. Bunun için tek yol, çocuklarımızın yaşayarak öğrenme ve gelişme haklarını kullanmalarını sağlamak.”

Düşüncesi bile güzel değil mi?

Leave a comment