Yaşamın Özü : Duygular

Sözlükte “duygu” kelimesine baktığınızda karşınıza çıkan anlamlardan biri “kendine özgü bir ruhsal hareket ve hareketlilik” olarak görünüyor. Yani aslında bir kişiyi diğerlerinden farklı kılan özelliklerden biri de karşılaştığı olaylar ile ilgili hisleri, hatta olayları algılayış biçimi, yaşama bakış açısı. Peki bu farklılıkları kişiler özgürce dile getirebiliyorlar mı?

Pek sanmıyorum. Hatta duygularını ifade etmekten uzaklaşmakta olan bir toplumda yaşadığımıza inanıyorum. Bazen kişiler duygularını düşünemeyecek kadar acele içinde olabiliyorlar, bazıları için duygular “duygusallık” olarak algılanıp bazı klişelerden dolayı bu da “zayıflık” olarak nitelendirildiği için ifade edemiyorlar, bazıları kıskançlık hissine yenik düştüğü için, diğerleri karizmaları sarsılacağı için, bir başkası ise sadece nasıl ifade etmesi gerektiğini bilemediği için, içlerinde olan duygu fırtınalarını bastırmaya çalışıyorlar. Böylece gittikçe daha duygusuz, daha ifadesiz, daha renksiz ve keyifsiz bir toplum haline geliyoruz.

Bir arkadaşım vardı, yapmak istediği pek çok şeyi kendi koyduğu kısıtlamalardan dolayı yapamazdı. Sevdiği insana sokakta ya da arkadaşlarının yanında sarılmaz, öpmez, tanıdıklarının yanında dans etmezdi. İnsanların onu basit biri olarak görmesinden mi korkuyordu bilmiyorum ama hayatın pek çok güzelliğini kaçırdığını biliyorum.

Akdeniz insanlarının en güzel özelliklerinden biri bence hareketli, canlı ve duygusal olmaları. İtalyanlar, İspanyollar ve bence bizim memleketimiz ne kadar canlı, şen şakrak insanlarla dolu. Ailelerin birbirine bağlılığı (gerçi İtalyanlar bir yasayla bu bağı biraz gevşetmeye çalışıyorlar ama olsun), kurulan nefis sofralar, bol sohbet, dans, müzik,… Hayat işte bu dedirtiyor insana.

Ancak biz sanki bu özelliğimizi yitiriyoruz. İnsanlar daha mesafeli, daha donuk, komşuluk zaten çok zorlaştı, doğal insan azaldı, duygular ise tamamiyle akıldan çıkıyor, kalpten geleceğine.

Yazın ailemizin birlikte olma dönemidir, ablam Amerika’da yaşadığı için. O dönem bizim için çok kıymetlidir. 15 günlük kısacık zamanı maksimumda değerlendirmeye çalışırız. Yine öyle bir zamanda, sıcacık çaylarımızı içip, simitlerimizi yerken, anneannem, annem, ablam Nilgün ve ben sohbet ediyorduk. Konu nasılsa arkadaşlarla ilgili hayal kırıklıklarına geldi. İnsanların, hem de yakın bildiğin arkadaşlarının, kötü gününde yanında olsalar da, iyi gününde mutluluğu paylaşmamalarını şaşkınlıkla dile getirdiğimizde, içimizde en fazla yaşam tecrübesi olan anneannem, yüzünde hafif bir gülümsemeyle, “Benim kaç senelik arkadaşlarım bile üzerimde o an güzel bir elbise gördüklerinde renk vermez, aradan 20 sene geçtikten sonra ‘şu tarihteki elbisen de ne güzeldi’ derlerdi. Sanki zamanında hissettiklerini söyleseler onlardan bir şey eksilecekmiş gibi düşünürlerdi” demiş ve eklemişti “Bir insanın kendine güveni olup olmadığını, o kişinin beğenilerini rahatlıkla dile getirebilmesiyle de ölçebilirsiniz.”

Ne kadar doğru değil mi? Kendine olan güven. Bir yakınınızın üzerinde güzel bir kıyafet gördüğünüzde ya da o sizin elde edemediğiniz bir başarıyı elde ettiğinde ne yapıyorsunuz? Beğeninizi ifade edip, onu gönülden tebrik mi ediyorsunuz? Yoksa birden bire diliniz tutulup, sessizce dinlemekle mi yetiniyorsunuz? Hangi durumu seçerseniz seçin, ardından ne hissediyorsunuz?

Mutluluk, heyecan, suçluluk, sıkıntı, eksiklik,…

Ne zaman gerçek duygularımızı ifade etmekten vazgeçiyoruz diye hep düşünüyorum. Hangi yaş döneminde ya da nasıl bir tecrübe sonrasında susmaya başlıyoruz veya daha da kötüsü gerçek hissi kamufle etmeye çalışıyor, farklısını yansıtıyoruz?

Dün çok sevdiğim bir arkadaşımın minik kızı, kafama taktığım bereyi görür görmez, yüzünde kocaman bir gülümseme ile heyecanla “BERE ÇOK ŞİRİN OLMUŞ!” dedi. O minicik kızdan böylesine spontane, içten ve sıcacık bir yorum gelmesi beni öyle mutlu etti ki. Minicik bir şey ama, o, çocukluğun verdiği doğallık ile tam olarak düşündüğü neyse onu dile getirmişti, kafasında planlamadan, tartmadan, ölçüp biçmeden. Bu minicik yorum hem onu hem beni keyiflendirmişti. Herkes kazanmıştı yani.

Maya çok öpüşülen, konuşulan (cır cır annesi var ne de olsa), çok dans edilen, sevgi sözcüklerinin rahatlıkla sarf edildiği bir aile ortamında büyüyor. Maya’yı bebekliğinden bu yana hep mıncıklarız. Zavallım hamur gibi yoğurulur. O da bundan hiç şikayetçi olmaz. İleride nasıl olsa izin vermeyecek diye herkes onu bol bol öper, koklar, sever. O da sanırım bu yaklaşımla büyümekte olduğundan, özellikle kendini yakın hissettiği kişilerle duygularını paylaşıyor. Bana ve babasına sık sık sarılıp bizi ne kadar çok sevdiğini söylüyor. Hiç hesapta yokken koşarak anneannesinin boynuna sarıldığında ya da okuldan onu babaannesi aldığındaki neşesini saklamadığında, karşısındaki insanların da ona daha çok bağlanmasını sağlıyor. Verdikçe o da alıyor, kazanıyor.

Yaşamın zorluklarını aşmanın bir şekli de duygularını doğru ifade edebilmek, güzellikleri görmek ve paylaşmak. Bununla birlikte hayata gülümseyerek bakabilmek, kendinle dalga geçebilmek, rahat olabilmek, rahat.

Bu ayki Parents dergisinde “Mizah yaraları sarar” başlıklı bir yazı var. Mizah duygusu gelişmiş çocukların hayatta karşılaştıkları güçlüklerle daha iyi baş edebilecekleri anlatılıyor bu yazıda. Çok doğru geldi bana da. Gülebilmek, hem kendine, hem başkası ile.

Ben de kızıma öncelikle kendine güvenmesi gerektiğini ve bu güvenle yaşamdan zevk almasını, paylaşmasını, gülmesini ve güldürmesini, rahat bir insan olmasını öğretmek, yaşatmak istiyorum. İşim zor anlayacağınız. Ama belki bizi takip eden jenerasyonun duygulardan korkmamalarını sağlayabiliriz el birliği ile. Ne dersiniz?

Şimdi kızımı yoğurmaya gidiyorum… Yakında tekrar görüşmek üzere…

2 Comments

  1. Anonymous
    Seni tanıdığımdan beri (!) etrafına güzellikler yaşatan, güzellikler üreten biri oldun. Okulda, üniversitede, iş hayatında ve evliliğinde...Şimdiyse bu güzellikleri kaleme alıyorsun, daha doğrusu o akıcı uslubunla başkalarına da aktarıyorsun.
    Kutlarım seni...
    Hayatın hep güzelliklerle dolsun.

    Bir Dost
    Reply 29 January 2010 at 19:37
  2. Anonymous
    Nur içinde yatsın anneannen ne kadar haklı imiş sözlerinde ne de olsa tecrübe konuşmuş.. Eskiden babalar cocuklarını uyurken severlermiş, ne yazık yarabbi. Sonradan herhalde pişman olmuşlardır ama çok geç...Ben de her koşulda duygularımızı ifade etmeliyiz diyorum ve de öyle yaptığım için de çok mutluyum. Zaman zaman saklıyabilmeyi isterdim ama dilim dursa gözlerim konuşuyor.Ben de duygumu saklamayıp sana sesleniyorum, seni çok seviyoruuuum. Babaye
    Reply 1 February 2010 at 16:17

Leave a comment